Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

"Dindar nesil yetiştirmek" ve "kemalizmden rövanş" iddiaları arasında..

 

Neredeyse, 1998"lerde, Pakistan"da meydana geldiği gibi bir sistem kaosu gündemde..

Hatırlayalım ki, Gen. Perviz Muşerref"in 1999"da, güçlü başbakan Newaz Şerif"e karşı bir askerî darbe yapmasından bir sene önce, Cumhurbaşkanı Faruk Lagarî, M. Newaz Şerif Hükûmeti ve Yüksek Yargı arasında meydana gelen ve Lagarî"nin Yargı tarafında yer alması başta olmak üzere, çeşitli devlet güçlerinin de şu veya bu taraf yanında yer almasıyla kanlı çatışmaların eşiğine kadar gelen "kuvvetler ihtilafı" sonunda Pakistan Ordusu, Newaz Şerif yanında yer aldığını açıklayınca.. C.Başkanı Lagarî ve Yüksek Yargı Başkanı istifa etmek zorunda kalmışlar ve Newaz Şerif de, sistem içi ihtilafta kesin bir zafer kazanmıştı.. Şimdi, o durumu kısmî benzerliklerle hatırlatacak şekilde, T.C. sistemi içinde de, "Kuvvetler İftirakı / Ayrılığı" sistemi yerine, sistemden kaynaklanan bir, "Kuvvetler İhtilafı ve Mücadelesi" kaosu çıktı karşımıza..

*

Önce, "kemalist-laik rejim"in kurucusu olmakla övünen bugünkü Ana Muhalefet Partisinin yaşadığı iç mücadelenin 26 Şubat ve 1 Mart günlerinde, üç gün arayla iki ayrı kurultay yapmak durumunda kalmasının getirdiği parti içi gerilim tırmanırken..

Arkasından, Başbakan"ın "dindar nesili yetiştirmek istedikleri" şeklindeki açıklaması yürekleri hoplattı..

Arkasından, hukûken, bir "Meclis içi anayasa" konumunda bulunan Meclis İçtüzüğü"nde yapılmak istenen yeni düzenlemelerin, milletin vekillerinin sesini kısmak, boğmak hedefine yönelik olduğu ileri sürülerek ortaya çıkan gerginlik, Meclis kürsüsünün CHP ve BDP tarafından işgaline kadar vardı, 8-9 Şubat gecesi.. Meclis kürsüsü saatlerce işgal altında kaldıktan sonra, bu işgal, nihayet, ekseriyet partisi AK Parti m.vekillerinin fizikî zorlamalı teşebbüsü ve yumrukların konuştuğu, küfürlerin havada savrulduğu bir ortamda sona erdirilebildi..

Ki, bunun Meclis tarihinde daha önce bir örneği yoktu..

Bu gelişmeleri, Çetin Altanzâde Prof. Mehmed Efendi"nin siyasî iktidara yakın Star gazetesinden ayrıldıktan sonra, Hükûmet"i eleştirirken, -aman, iyi saatte olsunlar- bazı şeytanî odakları tahrik edecek şekilde, "Kemalizmden rövanş alınmak isteniyor.." diye feryad edişi takib etti..

Onun devamında, "Gençliğe Hitabe" diye bilinen ve okullarda gençliğe bir laik vatanperverlik amentüsü gibi 80 yıldır devamlı okutulup ezberletilmeye çalışılan levhaların kaldırılması yönündeki tartışmalar devreye girdi..

9 Şubat günü Kanal A"daki "Görüş Farkı"na konuk olan CHP lideri Kılıçdaroğlu ise, "Cumhuriyet dönemiyle ilgili pek çok hatalar oldu, yanlışlar oldu. Nazım Hikmet'i kim hapse attı? CHP. Sabahaddin Ali'yi kim öldürttü? CHP.

Doğrulara her zaman doğru deriz, ama yanlışların da istismar edilmesi doğru değil, biz bunu söylüyoruz. Yoksa Celal Bayar da Kuvayi Milliyecidir. Atatürk'ü Koruma Kanunu'nu DP çıkartmıştır. Atatürk bu milletin bağrından yetişmiş olan bir insandır. Bu ülkeye büyük hizmetleri olmuş bir insandır. Ne Atatürk'ü ne de bir başkasını özel bir yasayla korumanın bir anlamı yoktur. " diyor, o kanunun kaldırılabileceğine dair imâlarda bulunarak, son günlerin bu gibi oldukça yoğun tartışmaları beraberinde getiren haber ve yorum atmosferine ilginç açıklamalarıyla katkıda bulunuyordu..

*

Ve‚ "Ergenekon, Balyoz , Kafes" vs. adı altında devam eden ve TSK içindeki darbeci odakların ortaya çıkarılmasını hedef alan yargılamalarla KCK operasyonları etrafındaki tartışmalar da kesintisiz devam ediyordu ki.. En sonunda da, halen MİT (Millî İstihbarat Teşkilatı) Müsteşarı olan Hakan Fidan ile, MİT eski müsteşarı Emre Taner ve diğer bazı isimlerin, terör suçlarını soruşturmakla vazifeli bir "özel yetkili savcı" tarafından, "şüpheli" sıfatıyla ifade vermeye çağrılmaları, tam bir bomba etkisi yaptı..

Çünkü, MİT, Başbakanlık"a bağlı bir gizli istihbarat kurumu olup, özel kanunla yönetilir ve özel kanunların hükmü, umûmî kanunlardan "mukaddem"dir, önceliklidir. Bu özel kanunun 26. maddesinde ise, "MİT mensuplarının görevlerini yerine getirirken, görevin niteliğinden doğan veya görevin ifası sırasında işledikleri iddia olunan suçlardan ötürü haklarında cezai takibat yapılması Başbakan"ın iznine bağlıdır.." hükmü sarih olarak yer alıyordu..

Bu son örnekte ise, Başbakanlık tarafından böyle bir izin de yoktu, öyle bir izin talebi de olmamıştı.. İstanbul C. Başsavcılığı"ndaki bir "özel yetkili savcı", MİT yetkililerinin, PKK ile (Norveç"in başkenti) Oslo ve diğer mekanlarda yapılan gizli görüşmelerin devletin istihbarat eylemi değil, terörist eylemlerin bir parçası olduğuna karar vermiş ve "şüpheliler"i telefonla, derhal ifadeye çağırmıştı.. PKK tarafından yayınlanan ve amma, imzalanmadığı için, varlığı resmî olarak ortada bulunmayan bir protokol taslağında, taraflar arasında Devlet"in hakemliği"nde bir ateş-kes anlaşması imzalandığı ve PKK gerillaları diye isimlendirilen silahlı güçlerin silahsızlandırılıp, demokratik bir çözüm içinde özsavunma gücü olarak yeni bir yapıya kavuşturulmasının planlandığı iddia ediliyordu..

Şimdi‚ "Özel Yetkili Savcı", bu gibi iddialara dayanarak, eski ve hali hazırdaki MİT Müsteşarları dahil olmak üzere, yüksek dereceli diğer bazı MİT elemanlarını hesaba çekmek istiyordu..

Bu kargaşa, "Yargı ve yargıç diktatörlüğü" iddialarını daha bir güçlendirecektir..

30 yıla yakın ve binlerce, onbinlerce cana mal olmuş ve ülkenin bütününü de zehirleyen ve uluslararası bağlantıları da bulunan böylesine uzun ve çetin bir konuda, tarafların böyle bir anlaşma yapıp yapmadıkları kesin değilse de, yapılmasının gerekliliği de tamamen reddedilemez.. Çünkü, bu gibi durumlarda, bütün dünyada, silahlı mücadelelerde bulunan tarafların, o silahlı çatışmalara bir son vermek için, savaşan hiç bir tarafı çok rahatsız etmeden, yumuşak bir barış düzenine geçmek planları etrafında görüştükleri, bilinmeyen bir durum değildir.. Afganistan"da, şimdilerde Amerikan emperyalizminin de, 10 yıllık bir savaştan sonra Tâlibân"la görüştüğünün resmen açıklanmasında olduğu gibi..

Ancak, T.C. sistemindeki problemin bugünkü boyutları biraz daha farklı..

"Özel Yetkili Savcı"nın bu konuda‚ "yetkili olmadığı" şeklindeki görüş ise, "özel yetkili savcılık" kurumunu düzenleyen kanun hükmünün de bir özel kanun durumunda olduğu gerekçesiyle geçersiz sayılıyor ve bu durumda hangi özel kanunun diğerine tekaddüm edeceği, hangisinin önceleneceği tartışmasından kaynaklanan bir belirsizlik ortaya çıkıyordu.. Ancak, MİT kanunun 1983, Özel Yetkili Savcılık"ı ortaya çıkaran kanunî düzenlemenin ise, 2005 tarihli olması hasebiyle, daha sonra çıkan kanunun, önceki kanuna tekaddüm edeceği, öncelikli olacağı da, hukuk mantığının bir diğer gereği..

(Bu arada, hatırlanmalı ki, MİT yetkilileriyle PKK yetkilileri arasında Oslo"da yapıldığı belirtilen görüşmeler, bir KCK Operasyonu"nda, Diyarbekir"deki bir sanığın evinde yapılan aramada ele geçirilen video kayıtlarıyla ortaya çıkmıştı.. Gizli kaydedildiği ileri sürülen bu görüntülerin, PKK tarafından, gerektiğinde kamuoyuna açıklanmak üzere, oralara gönderildiği ileri sürülüyordu. Bu durumda, PKK bu planında hedefine varmış sayılabilir..)

*

MİT Kanunu"ndaki 26. maddede yer alan "MİT çalışanlarının Başbakanlık izni olmaksızın cezaî takibâta tâbi tutulamıyacağı"na dair hüküm‚ "Özel Yetkili Savcı" tarafından kaale alınmamış olmalı ki, 10 Şubat günü, aynı "Özel Yetki Savcı", MİT Müsteşarı"nın Ankara"daki "Özel Yetkili Savcılık"da ifade vermesi emrini; diğer dört kişinin ise, çağrıya icabet etmedikleri için yakalanmaları kararını çıkartmış bulunuyor..

Yani, ortalık, kimin kanun karşısındaki yerinin neresi olduğunun belirlenmesi açısından tam bir kargaşa hali gösteriyor..

Tâbiî, bu arada BDP"li Altan Tan ve MHP"li Oktay Vural gibiler başta olmak üzere, bazı m. vekillerinin kendi gruplarının amigosu havasında, "asıl Başbakan Tayyib Erdoğan"ın ifadeye çağrılması gerekir.." diye sevinç nârâları atmaları ve CHP"nin de bu konudan, kendi iç kavgalarından uzaklaşabilmek için uygun fırsatları beklemesi de bir ayrı konu..

*

Ortada, katı bir kanunculuk mu var?

Yoksa, kanunların birbirine zıd hükümlerinden kaynaklanan sıradan bir yetki çatışması mı?

Ya da, Yargı ile, Yürütme organı Hükûmet arasında bir bilek güreşi mi?

Ya da, geçen sene yapılan anayasa değişikliklerinden sonra, yargıya geniş çapta el attığı sürülen bir cemaat hareketi ile AK Parti arasında giderek arttığı söylenen ve gözlenen bir zıdlaşmanın tezahürü mü sozkonusu?

80 küsur yıl boyunca kemalist-laik diktatoryanın tahakkümünü sürdürmesi için, İstanbul"da 6-7 Eylûl 1955"deki büyük karışıklıklar olmak üzere, milletimize karşı en akıl almaz nice entrikaları tezgahladığı bilinen MİT, gerçekten de terörün bir parçası mı, -ve savcılıktan meedyaya sızdırılan haberlerde olduğu üzere-, PKK kuryeliği mi yaptı veya önlenmesi gereken bazı terör saldırılarından haberdar olduğu halde, kasden mi engellemedi?

Yoksa, mevcud rejimin zayıf noktasını yakalayan bir savcı, özel yetkilerini mi kötüye kullanıyor? Ya da, tamamen ideolojik, politik veya medyatik başka etkenler mi sözkonusudur?

Anlaşılması epeyce çetin bir konu..

Demek ki, Yargı, -iddia edildiği gibi- Hükûmet"in vesayetinde değil, ona da karşı..

Sadece ortaya çıkan durum şu olsa gerek ki, nice zamandır, muhalefet tarafından yargının Hükûmet emrine girdiği şeklinde ileri sürülen iddialar, çok çarpıcı bir şekilde geçersiz olmuştur.. Çünkü, Yargı ile Yürütme (Hükûmet) birbirine girmiştir..

Ve kimse de bu toz-duman içinde , kanunen açığa düşmeden ne yapacağını henüz de kestirebilmiş değildir..

Bu arada, son yüzyıllardaki modern devlet mekanizmaları Yasama, Yürütme ve Yargı olarak üç ana kuvvet odağı halinde ve Kuvvetler Ayrılığı prensibiyle düzenlenmişken.. Ve, bu üç kuvvet"ten hiç birinin diğerine karışmaması düşüncesine hâkim olmuşken.. İşbu Kuvvetler Ayrılığı prensibinin, 1998"lerde Pakistan"da olduğu gibi, bazen son derece hassas ve tehlikeli bir Kuvvetler Zıdlaşmasına dönüştüğü de görülebiliyor..

Bu duruma da en çok, yargının kontrol edilemez, başına buyruk bir güç haline gelmiş olması sebeb oluyor, genelde.. Çünkü, Yasama /kanun yapma organı olan Meclis"in kararlarının Anayasa Mahkemesi"nce; Yürütme organı olan Hükûmet"in karar ve uygulamalarının da Danıştay"ca, yani yargı kurumları aracılığıyla kontrolü yapılabilirken..

Yargı kurumunun kontrolünün hangi güç tarafından yapılacağı suali karşılıksız kalıyor ve Yargı"nın başına buyrukluğu bir daha ortaya çıkmış bulunuyor..

Evet, Yargı"yı kimi yargılayacak? Bu kurum la"yus"el / -yani- sorgulanamaz/ sorumsuz mudur?

Anlaşılıyor ki, öyle..

Onu kontrol etmenin tek imkanı da, mevcud durumda, derhal gerekli kanun değişikliklerini yaparak, -son örnekteki- Özel Yetkili Savcılık kurumu gibi düzenlemelere âcilen bir son vermek olabilir.. Ama, bu da -muhalefet partilerinin Meclis çalışmalarını baltalamak için Meclis kürsüsünü işgal etmek gibi eylemlere bile başlamasına bakılırsa- epeyce zor konudur ve yeni bir kanunî düzenleme yapılıncaya kadar, "Atı alan Üsküdar"ı geçmiş" veya‚ "filler züccaciye dükkanına doluşmuş" olabilir..

*

Bu "bilek güreşi"nin arkasında, Suriye siyaseti de mi var, yoksa?

Bu arada, T.C. içindeki bu iç boğuşmayla dolaylı bir ilgisi olan bir diğer konuya da değinelim.. İİC medyasında, 8-9 Şubat günlerinde, Türkiye"nin 49 subayı veya istihbarat elemanının/ ajanının, Suriye rejiminin elinde olduğu ve bunların serbest bırakılması için, Beşşar Esed rejiminin şartlar ileri sürdüğü dile getiriliyordu..

Bu konuda görüşleri sorulan Ahmed Davudoğlu ise, 9 Şubat günü, Amerika"ya gitmek üzere yola çıkarken yaptığı açıklamada, "49 Türk istihbarat subayının Suriye'de yakalandığı ve serbest bırakılmaları için bazı görüşmelerin yapıldığı" iddialarının doğru olup olmadığının sorulması üzerine, bu süreçte bir psikolojik harp yürütüldüğünü, asılsız haberler çıkartıldığını, bu haberler üzerinden Türkiye ve Hükûmet"in uyguladığı politikanın bir vehim ve itham altında bırakılmaya çalışıldığını belirterek şöyle diyordu:

"Böyle bir haber söz konusu değil. Elinde, böyle bir haber olan varsa açıklasın. Bu 49 kişi.. Türkiye'den giden kimmiş? Böyle bir şey söz konusu değil.

Bunu şunun için söylüyorum; iyi ki sordunuz. Böyle bir haber çıkıyor veya benzer haberler çıkıyor. Sonra bu haberlerin doğruluğu üzerine yorumlar yapılıyor. O bakımdan bu tür kritik dönemlerde, birçok psikolojik operasyonun yürütüldüğü dönemlerde kamuoyumuzu son derece hassas olmaya davet ediyorum.

Libya'da da benzeri şeylerle galeyana getirilen halkla karşılaşılmıştı.. ...Bu haberin aslı da astarı da yoktur. Kimseyle de böyle bir konuyu da görüşmeyiz."

Evet, işin bir de bu vechesi bulunuyor..

Bu vesileyle şu husus da belirtilmeli ki, Ahmed Davudoğlu Suriye"de Esed rejimi muhalifi olan güçlerce kaçırıldığı ileri sürülen İran vatandaşı 11 kişinin de, Türkiye"nin çabalarıyla kurtarıldığını ve Suriye"den Türkiye"ye getirilerek ülkelerine döndürüleceklerini açıklıyor ve, "Biz de elimizdeki bütün imkânları, Suriye içindeki kanalları da kullanarak bu İranlı komşularımızın ülkemize intikalini sağladık. Şu anda Hatay"dalar, Türkiye'ye geldiler. İnşaallah yakın zamanda da bazı sağlık kontrolleri ve diğer çalışmalar sonrasında İran'a, ülkelerine, ailelerine kavuşturacağız. ...Biliyorsunuz. Geçtiğimiz sene de Libya"da benzer durumlar yaşandığında, değişik milletlerden, ...65 farklı ülkeden 10 bini aşkın insanı, insanlık adına, ülkelerine kavuşturmuştuk. Biz bütün bunları bir insanî konu olarak görüyoruz. Bundan sonra da bu tür çalışmaları sürdüreceğiz." diyordu..

Suriye Mes"elesi patlatk verdiğinden beri, İİC. medyasında ise, Türkiye"yle ilgili olarak aylardan beri çok soğuk yazılar yazılırken, İran vatandaşı 11 kişinin kurtarılmasıyla ilgili olarak, aynı gün, İİC medyasında, aylar sonra ilk kez, "Dost ve kardeş Türkiye"nin Dışişleri Bakanı Ahmed Davudoğlu"nun yoğun çabalarıyla kurtarıldığı"na dair, sıcak teşekkür yazıları yazılıyordu..

Evet, son günlerin üstüste gelen bu yoğun gelişmeleri içinde, bizim değinmek istediğimiz asıl konu, Başbakan Erdoğan"nın, "Dindar bir nesil yetiştirmek istiyoruz.." şeklindeki görüşü etrafında başlayan tartışmalara değinmek ve bu konuya nasıl bakmak gerektiği konusunda, bir bakış açısı beyan etmek üzerineydi.. O halde, bu konuya geçebiliriz..

*

Din doğru ise, "Din Devleti"ne‚ (Evet!); ama, tepeden inmeci, dayatmacı "Devlet Dini"ne, (Hayır!)

Tayyîb Erdoğan"ın "dindar nesiller yetiştirmek istiyoruz.." sözlerine, 8 Şubat tarihli yazının girişinde, her ne kadar, kısaca, "Bu sözün özü itibariyle, bir temenni, bir arzu beyanı olsa da, politik açıdan zamanlamasının ve söyleniş tarzının dikkatle hesablanıp hesablanmadığına ve geçmişte nice doğru sözlerin çarpıtılarak müslümanlara ne büyük bedeller ödetildiği gibi örneklerden hareketle, daha bir dikkatli ve temkinli olunmasının zaruretine" değinip, "öyle bir söylem yerine, "Biz ateist bir nesil yetişsin istemiyoruz.." veya "Toplumun genel değerleriyle her türlü ahlâkî bağlarını kırmış bir nesil istemiyoruz.." gibi bir söz söylenmeliydi.." şeklinde yaklaştıysam da; bu beyan, bir asra yakın bir zamandır katı laik bir uygulama altında, onmilyonlarca insanın, vahy-i ilahî"ye sosyal hayatta hiç bir yer tanımamayı temel alan laiklik dinine ve resmî ideolojinin ikonuna taptırılması yolunda devletin bütün mekanizmalarının bir zulüm cenderesi halinde çalıştırılması baskısı altından geçmiş ve bu yolda, gizli gözyaşları dökmüş, dârağaçlarında binlerce kurban vermiş, onbinlerce seçkin insanını zindanlarda çürütmüş, derin kalb ve beyin sancılarını çekmiş olan geniş kitlelerden bir de kocaman bir aferin almıştır; herhalde..

Kezâ, zamanlaması ve meydana getireceği tepkiler veya sosyo-politik bir takım mahzurları ileri sürülse bile, "Bu zamana kadar hep tedbir diye tökezledik, bir de tedbirsizlik yüzünden tökezleyelim, tökezliyeceksek.." diye düşünen kimseleri de memnun edecek bir yaklaşım olmuştur, bu..

Kaldı ki, çocuklarına rüşd yaşına gelinceye kadar, kendi inancına göre bir "değer yüklemesi" yapmak istemesi, her anne-baba için, bütün dünyada kabul edilmiş bir haktır.. Çünkü, hayatı şekillendiren, davranışları yönlendiren ve mâna kazandıran ölçüleri, kanunları o inançlardan, o değerlerden alır, insanlar.. Hele de müslüman bir aile için bu, daha da böyledir..

Hiçbir anne-baba, herhalde, "domuz yavrulayan kısrak" durumuna düşmek ve kendisine, kendi temel hayat değerlerine yabancılaşmış bir yavru yetiştirmek ve onun külfetlerini üstlenmek istemez..

Ama, Tayyib Erdoğan"ın o arzu ve beyanını siyasî saik ve etkenlerle söyleyip söylemediği ayrı bir konu; ama, kendi iç dünyasındaki eğilimlerini yansıttığına inanan ve bu söylemden rahatsız olmayan, tersine memnun bile olan müslümanlar da bu konunun devlet yönetimi açısından nasıl olabileceğini düşünmekte, kafa yormak zorundadırlar..

Çünkü, kemalist-laik rejmi, ve ondan önceki son 150 yılımız, hep, milletimizin temel değerlerine iğreti bakan kadroların nesillerimizi yönlendirmek yolundaki, hattâ hıyanete varan çabalarına rağmen, bugün, belki ortaya çıkan tablo, -müslümanlarca, ideal açıdan benimsenecek durumda değilse de-, kemalist laiklerce de sevinilecek bir tablo oluşturmamaktadır..

Yani, sırf, yukarıdan, devlet dayatmasıyla, bir nesil yetiştirme projesi iflas etmiştir..

Aynı projenin, tersinden bir versiyonunun sadece devlet dayatmasıyla tekrarlanması halinde de benzer iflas tablolarıyla karşılaşmak durumu ortaya çıkabilir..

Ancak, devlet denilen sosyal üst-yapı kurumunun, mekanizmasının, yeni nesilleri nasıl eğiteceği, nasıl yönlendireceği konusu, öyle bir iflas korkusuyla da tefekkür ve sorumluluk alanı dışında tutulamaz..

Bunun için, önce devlet denilen mekanizmaya bir göz atmak gerekir..

Devlet, cemiyet halinde yaşamak zorunda olan insan için, insan hayatı için kaçınılmaz bir sosyal üst-yapı organizasyonudur..

Ama, ona rengini, şeklini kim verecek, yönünü kim belirleyecektir?

Sultanlar mı?

İnsanlar, kendileri mi? Problem burada başlıyor..

Sultanlar kılıçlarını- silahlarını çekerler, "itaat edecekseniz.." derler; kitleleri zorla itaatleri altına alırlar, onlardan vergi ve asker toplarlar ve devletsizliğin ne korkunç bir vahşî hayat tablosu oluşturacağına ve sadece en kuvvetli olanların diğerlerini ezerek, ezdiklerini köle ve kendilerine hizmetçi edinerek bir yönetim tarzı kurduklarına dair haklı örneklerle korkutup, kendilerine boyun eğilmesini sağlarlar..

Adı, melik/ sultan/ şah/ padişah, kral, şef, vs. olmasa bile, başka diktatörlerin metodu da aynı şekildedir..

İnsanların doğuştan hür olarak yaratıldığına inanan insanlar (bütün ilahî peygamberlerin gerçek bağlıları) ise, insanların sadece maddî huzur ve refahından da önce, insanların gerçek mânada hürriyetlerini korumak için, insanları terbiye etmeye, muallimliğe, öğretmenliğe ağırlık vermişler ve insanları köleleştirmeyi esas alan anlayışlara karşı, tarih boyunca, insanları hür insan halinde tutmak için mücadele vermişlerdir..

Bir "hadis-i nebevî" rivayetinde, "Qulû, lailahe illallah, tuflihû.." ("Lailahe illallah / Allah"dan başka ilah, tanrı yoktur.." deyiniz, kurtulunuz!." hatırlatması yapılır..

Evet, anahtar ölçü budur..

Ve bu "Lailahe illalah", gerçek mânâsıyla idrak edildiği ve dile getirildiği takdirde, ezelden ebede doğru akıp giden beşeriyet hayatı için, en mükemmel ve daimî bir özgürlük manifestosudur..

Hedef, devlet değil, insan ise, insanın kurtarılması ve yüceltilmesi ise; devlet de ancak, bu hedefe hizmet ettiği derecede saygındır, muteberdir ve itaati vâcibdir.. Devlet insan hayatının tanzimi için bir araçtır.. Ve insanın özgürlüğünü esas alan bir temel ölçüye göre teşekkül etmişse, devlet bir koruyucu zırhtır; beşerin beşere kulluğunu, insanın insana itaatini, insan yığınlarının bir kişi veya bir kitlenin iradesine zorla veya aldatılarak, yanıltılarak sağlayan bir mekanizma halindeyse, o zaman da bir korkunç zulüm cenderesidir..

Bütün ilahî peygamberler insanlara herşeyden önce, sadece Allah"a kul olmayı ve gerçek özgürlüğün bu olduğunu öğretmişlerdir.. Bu yolda, kimisi bir toplum düzeni kurmuş, kimisi kuramamış ise de, hepsinin ortak hedefi ve çağrısı, insanın insana kul olmaması çağrısıdır, yani yalnızca Allah"a kul olmak istikametindedir..

Resul-i Ekrem (S), bu yolda bize bir "Asr-ı Saadet" örneği bırakmıştır..

Böyle olunca, büyük ekseriyeti müslüman ferdlerden oluşan bir toplumda, toplum hayatını tanzim edecek devlet denilen mekanizma da, tabiatiyle, o halkın inancına göre ve o inancın genel çerçevesine izhar olunmuş iradesine şekillenir, şekillenmelidir.. Aksi halde, o halka, çeşitli isimler altında, hattâ insanın özgürlüğü adı altında, bir diktatörlük, bir ceberrutluk mekanizması tahakküm ediyor demektir ve o tahakküm mekanizması, kendisini devlet diye ve hattâ kutsayarak, kutsama mekanizmalarını, odaklarını da harekete geçirerek sunar topluma..

Böyle bir durumda mıdır, bizim toplumumuzdaki devlet dediğimiz o üst yapı mekanizmasının hali?

Herhalde hepimiz biliyoruz ki, zorba kılıçlarının, sulta sahiblerinin kurdurduğu dârağaçlarının gölgesinde, sarhoş nârâları arasında kurulmuş zulüm mekanizmaları, bize kendisini devlet diye dayatmaktadır.. Ve bizi kendisine kul olmaya çağırmakta, zorlamakta, mecbur etmekte, beyinlerimizi devamlı kendi istediği şekilde kitle iletişim mekanizmalarıyla, kanunlarıyla, sahib olduğu diğer gizli-açık zorlayıcı sistemleriyle, mekanizmalarıyla şekillendirmekte; Allah"ın bize emanet olarak tertemiz verdiği çocuklarımızın beyinlerini, kalblerini, duygularını kendi istediği şekilde yontmak istemektedir; müthiş bir zulüm mekanizması olarak..

Bu bizim toplumumuzda böyle de, başka toplumlarda sanki farklı mı? Hele de müslüman toplumların hemen tamamında, müslüman halkların, kendilerinin ve çocuklarının kendi inançlarına göre eğitilmesi yönünde bir irade belirtmeleri halinde, hemen karşısında kutsal devlet anlayışı çıkmakta, ve ferd ve kitlelerin o mekanizmanın çarkları içinde ezilmeyi kabullenmesi istenmekte, dayatılmakta..

Ben, "dindar nesiller yetiştirmek istiyoruz.." sözünü duyunca..

Söyleyenin niyeti her ne ve nasıl olursa olsun, "Söyleyene değil, Söyleten"e bak.." anlayışınca, bu mânayı; benim inancıma sahib olsun veya olmasın, her insanın, kendi inancına göre hür olarak yaşıyabileceği bir dünyada ve çocuklarına da rüşd yaşına kadar kendi inandığı değerlere göre eğitim vermesi hakkının esas alınması gerektiğini, ve bu anlayış içinde, "herkesin kendi çocuğunu kendi inancına yetiştirmek hakkını tanıyacak bir anlayışta insan yetiştirmek istiyoruz.." mânâsını anlıyor, düşünüyorum.. Bazılarına ütopya gibi gelse bile..

Birlikte yaşamak iradesini hürr olarak ortaya koymuş bir toplumda, o topluma hâkim olacak devlet denilen mekanizmanın temel çerçevesinin de ortak iradeye göre şekillenmesi gerekir. (Açıktır ki, böylesine müslümanca bir hürriyetçi iradeyle oluşmuş devlet yapısında) başka inanç sistemlerine aid insanların inançlarına ve haklarına saygı da teminat altına alınır.

Aksi halde, ortada, bir taifenin, bir grubun, bir kişinin, bir ideolojinin, bir dinin, bir inancın zoraki dayatması var demektir ve o da, ortaya ancak aç veya tok köleler ya da esirler üzerinde kurulmuş bir zorbalık mekanizması yükselir.. Hem bizim toplumumuz ve hem de müslüman coğrafyaların hemen tamamı, maalesef bugün bu manzarayı sergilemektedir, asırlardır..

(Bununla, başka inanç veya ideoloji sistemlerinin temize çıkarıldığı sanılmamalıdır.. Başka toplumlar, kendi inançlarına ve iradelerine göre bir devlet mekanizması kurmuşlarsa, bu onların bileceği iştir..) Ama, biz müslümanlar, bizim iradelerimiz yok sayılarak bize dayatılan devlet mekanizmalarına karşı çıkmak, insanımızın kendi inancına göre hürr olarak yaşayabileceği sosyal bünyeleri, devlet yapısını oluşturmayı ideal edinmek zorundayız..

Bu ideali gerçekleştirmek elbette kolay değildir, ağır bedeller ister; ama, bu ideal yolunda çaba harcamak ve ölmek de insanın hayatına bir mânâ kazandırır..

Bu yazı toplam 1788 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar