Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Dereden tepeden, seçmeler-saçmalar, eğriler-doğrular..

Günlük hayatımızda bizim istek ve irademiz dışında oluşan öyle gelişmeler vardır ki, bunlar istesek de istemesek de, bizim hayatamızı şekillendirir.. Bunların bazıları hattâ, saçma bile olsa..

Gerçi, günlük hayatın telaş ve meşgaleleri arasında, bu gibi günlük hadiselerin pek çoğu, ilgimizin dışında kalmakta veya onları sadece gazetelerin manşetlerinde okur geçer veya haber bültenlerinin tumturaklı ifadelerinden şöyle bir kulak misafiri olur ve onlar hakkında düşünmek, tartışmak imkanı bulamıyabiliriz..

Üstelik, 'bu gibi günlük hadiselerin hay-huylarını bilmek zorunda mıyız, bunlardan da mı sorguya çekileceğiz?' gibi  sorular karşısında da cevab vermek kolay değildir.

Ama, mâdem ki, bu dünyada yaşıyoruz ve bizim ölçü ve değerleriumize uygun veya aykırı neler oluyorsa, onlardan haberdar olmalıyız.. Aksi halde, kendi dar ölçülerimiz içinde, kelaynaklar misali ortada kalıveririz..

Bu bakımdan, günlük hayatta, sosyal hayatın çeşitli kademelerinde cereyan eden hadiseler ve gelişmeleri, kendi yargı değerlerimizle şöyle bir gözden geçirmekte fayda olsa gerek..

*

Diyarbakır'dan yükselen bu ses, hep böyle şaşırtmalı..

Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, geçmişte kendi şahsiyetini yerlere düşüren söz ve tavırlarından uzaklaştığını göstermek istercesine,  14 Mart günü yaptığı bir konuşmayla sorumluluk ve vicdan sahibi bir yönetici örneğini göstermesi açısından alkışı haketti.. Çünkü Baydemir, bölgedeki sosyal olaylarda çocukların ön safhada yer almasını eleştiriyor ve 'Çocuğun yeri sokakta eyleme katılmak değildir. Çocuğun yeri açık ve net söylüyorum; panzere taş atmak değildir. Çocuğun yeri okuldur, okul bahçesidir. Çocuğun yeri oyun bahçesidir, çocuğun elinde kalem olmalıdır. Ama bununla birlikte eline taş alan çocuğa, eline sopa alan çocuğa kurşun, gaz sıkmak" O da doğru değildir. Onu cezaevine koymak da doğru değildir. İki yanlış bir doğru etmez. Her bir vakayı ayrı ayrı incelediğimizde yoksulluk temel olarak karşımıza çıkıyor. Bütün anket çalışmaları veya verilerinin neredeyse yüzde 98'i bize işaret ediyor ki; yoksul ailelerinin çocuğu sokakta çalışıyor veya çalıştırılıyor. Belki yüzde 2 veya 3 istisnası vardır. Ve o istisnayla mücadele etmek çok daha kolaydır. Ama geri kalanı ekonomik, yapının bir sonucu, bir eseridir. 10-15 yıl yıl öncesine baktığımızda göç etmek zorunda kalan, ekonomik bağlarından kopan aileler bu travmayı yaşıyorlar. O halde biz kamu olarak, bu tablodan sorumluyuz. Eğer anne ve baba çocuğunu okula gönderme imkanına sahip değilse ve kendi evi içersinde kendisinin en değerli varlığı olan evladına sevgi veremiyorsa, yoksulluktan kaynaklı ve kendisi travma yaşıyorsa, bunun travmasını da çocuğuna yansıtıyorsa kamu olarak biz bundan mesulüz.'  diyordu..

Baydemir ayrıca,  'Benim yüreğim sızlıyor.. Bugün Diyarbakır'ın birçok mahallesinde çocuklar esrar içiyor. Ya da çocuklarımıza esrar satılıyor, ya da sattırılıyor. Mutlaka bununla çok sert bir şekilde mücadele etmek zorundayız..' diyordu..

Evet, bu çocukların yerinde kendi çocuklarınızın da olabileceğini düşünüp, sorumluğumuzu hatırlıyor muyuz?

Keşke, Baydemir'in dava arkadaşları da, bu akl-ı selim çizgisinde bulunmaya dikkat gösterse.. O zaman, toplumun tamamı tarafından da kucaklanacakları açıktır..

*

Kullanılanlar da kullanırlar, ava gidenler de av olabilirler..

Taraf'tan Neşe Düzel, 1970'lerindeki solcu hareketlerin liderlerinden ve hâlen B.  Amerika'da Clarck Üni.de tarihçi olarak öğretim üyeliği yapan Taner Akçam ile konuşmuş, bunları 12-13 Mart günleri yayımladı.. İlginç bir röportaj..

Bu röportaja geniş bir özet halinde bakmakta fayda olsa gerek..

Akçam,  Öcalan'ı 'ne istediğini, ne yaptığını çok iyi bilen biri' diye tanımlıyarak diyor ki: "Belki ilk başlarda, öteki Kürt örgütlerine karşı Apo'yu kullanmaya kalkmışlardır ve o da kendini kullandırtmıştır. Ama sonuçta kusura bakmasınlar, kendi eşekliklerini şimdi marifet gibi söylemeleri anlamlı değil. Apo'nun sonuçta kendine göre belli bir çizgisi ve programı var."
Akçam, Azerbaycan'daki Hocalı Katliâmı'nın 20. yıldönümü dolayısiyle, İstanbul'da yapılan miting ve öncesi hazırlıklara da değinip, önemli bir noktanın altını çiziyor: 

-'10 gün boyunca İstanbul"un billboardları, "Ermeni yalanına kanma" diyen afişlerle donatıldı. Anlayacağınız Ermeni düşmanlığı sadece mitingde, "hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz" diyen pankartlarla yapılmadı. Belediyenin ve hükümetin desteğinde doldurulan billboardlardaki afişlerle de Ermeni düşmanlığı yapıldı. (...) Ben şimdi Başbakan Erdoğan"a soruyorum.

Almanya"da Berlin"in bütün billboardları, "Türklerin yalanına kanmayın" diyen afişlerle doldurulsa... Amerika"da New York"un bütün metrolarında "Müslümanların yalanına kanmayın" diye billboardlara yazılsa... Başbakanımız acaba ne der? Hükümeti destekleyen ... gazeteler acaba ne derler, ne yazarlar?

*Bu topraklarda Hıristiyanların yanı sıra Aleviler de, Kürtler de Müslüman oldukları halde katledildiler. Bunu nasıl açıklamalıyız?

-Dersim"de Alevi"yi, Şeyh Said isyanında ve otuz beş yıldır süren iç savaşta Kürtleri, devletin askerî kuvvetleri öldürdü. Onlar, Müslümanlar tarafından katledilmedi. Türk ve Kürt milliyetçileri iki halk birbiriyle çatışsın iye çok uğraştılar ama olmadı. Çünkü kumaş sağlam. Bunları İslam kumaşı birarada tutuyor. Ama Ermeni katliamına, devletin dışında toplum da katıldı. Ermenileri sadece Teşkilat-ı Mahsusa katletmedi. O sırada fetvalar yayımlandı. İnsanlar cihat ilan edip Hıristiyan öldürmenin helal olduğunu yazdılar. İttihatçı elemanlar köy köy gezerek gâvur öldürmenin helal olduğunu söylediler, Buna inanan ve Ermenilerin malına el koymak isteyen insanları da buldular.

Katliama katılanlar...

Ya Kürt aşiretiydi, ya Çerkes aşiretiydi ya da sıradan Türk Müslümanlarıydı. Türkiye"de "nüfusun yüzde 90"ı Müslüman" diye bir söylem var ya... Daha evvel yüzde 25"i Hıristiyan olan bir toplumdu bu. Yüzde 25 imha edildi, sürüldü. (...) Müslümanlar arasında, hâlâ Tayyip Erdoğan"ın "Müslümanlar soykırım yapmaz" söylemi egemen. Peki, Ermeni katliamını kim yaptı? Devletle birlikte toplum yaptı.(...)

*Toplum, bu insanların servetine el koyacağı vaadiyle mi harekete geçiriliyor daha çok?

-Ermenilerin katliamında servet meselesi Anadolu"da çok ciddi rol oynadı. Bu yüzden tazminat konusunda insanlar korkuyorlar. "Gelip evimizi, dükkânımızı elimizden alacaklar" diye endişeleniyorlar. İnsanları böyle kışkırtmaları mümkün milliyetçilerin. O yüzden bu korkuyu ortadan kaldırmak lazım. Çünkü böyle bir olay asla olmaz ve olmayacak. Tazminat gündeme geldiğinde süreç böyle işlemeyecek.

*Peki, AKP demokratikleşmeden niye vazgeçti?

-Vazgeçmedi. AKP devlet geleneğine çarptı. Zihniyet sınırlarının duvarına çarptı. Çünkü Türk"ün ve Kürt"ün eşit ve eşdeğer koşullarda birarada yaşamasının çok normal olduğuna ilişkin bir anlayış yok bu ülkede. Devlet geleneği buna uygun değil. AKP"nin de farklı etnik ve dinî grupların eşit ve eşdeğer olarak birarada yaşayabileceklerine ilişkin kültürel bir arkaplanı yok. AKP bu yüzden duvara çarptı. AKP her ne kadar demokratik söylemleri gündemine oturtmak istiyorsa da, İslami düşünceyi evrensel düşünceyle birleştirebilecek açılımı yapmakta zorlanıyor. Mesela Müslümanların yaptığı kitlesel katliamlar konusunda çok durgun kalıyor. Erdoğan İsrail konusunda insan hakları savunucusu olabiliyor, Somali söz konusu olduğunda da.. Ama, Türkiye"de Hıristiyanlara yönelik katliamlar gündeme geldiğinde aynı şeyleri söylemiyor. (...) Oysa İslami düşünce adına da bazı mezalimler yapıldı bu ülkede. 1915 katliamında da, 1970"lerde Alevilere karşı yapılanlarda da İslami kesim ya kullanıldı ya da böyle bir zihniyet dünyasının taşıyıcısı oldu. AKP, kendi tarihine böyle eleştirel bakmadıkça demokratikleşemez. Tarihle ilgili eleştirilerini sadece Kemalistlerin yaptıklarıyla sınırlı tutamaz. Dersim"e rahatlıkla katliam diyen AKP, İslami hareketin bulaşmış olduğu olayları eleştirmekte zorlanıyor. Alevilere yapılanlarda zorlanıyor... Sivas"ta zorlanıyor. Ermeni meselesinde çok daha fazla zorlanıyor. Kürt melesinde de kendisini devlet geleneğiyle bağdaştırdığı için zorlanıyor. Devlet geleneğinin dışına çıkamıyor.

PKK demokratikleşme istemiyor mu?

Hiç bir biçimde istemiyor. PKK; demokratik bir parti değil ki demokratikleşmeyi istesin. Kendi içinde 17 bin insanı imha etmiş bir parti, bir örgüt PKK. Öcalan, kendisi söyledi bunu. Bu örgüt, 17 bin insanın imha edilmesiyle asla yüzleşmek istemez. Demokratikleşme ise bu yüzleşmenin yolunu açar. Ayrıca PKK, "Kürdistan"ı bana verin. Kürdistan"ı ben yöneteyim" diyor. Demokratikleşme diye istediği bu!..

*

Akçam bir hatırasını da şöyle aktarıyor:

-Apo, Irak'a yerleşmenin, PKK hareketini kurtaracağını daha 1982 yılında gördü ve oraya yönelik hareket etti. İkinci anekdot ise şu... İsrail, Lübnan'ı kuşattıktan sonra, Suriye devleti, 1982 yılında Türkiye'den gelen devrimci örgütlerle doğrudan ilişkiye geçti. Daha önce ilişkinin kurulmasında Filistin örgütleri aracılık yapıyordu. Öcalan'ın grubu Habbaş'ın Filistin Cephesi'yle ilişkideydi. Bizim arkadaşlar ise El Fetih üzerinden Suriye'yle ilişki kuruyorlardı. Suriye, Türkiye'den gelen örgütlerle hem gizli servisi Muhaberat hem de dışişleri bakanlığı kanalıyla doğrudan ilişki kurmaya ve birtakım şartlar ileri sürmeye başladı.

*Suriye, Türkiyeli sol örgütlere nasıl şartlar ileri sürdü?

-Bu şartlar, açıkça Türkiyeli sol örgütlerin Türkiye'ye karşı kullanılması anlamına geliyordu. Türkiye'de bazı işleri yapmanı isteyebilecek şeyler söylüyordu Suriye. Biz bağımsızlıkçı bir harekettik. "Sonuçta kullanılacağız. Bizim burayı terk etmemiz lazım" dedik ve Suriye'yi terk ettik. Ben bu konuyu Öcalan'la konuştum. Ona, "Biz Suriye'den çıkıyoruz. Terk etme kararı aldık. Biz kendimizi kullandırtmayız. Senin yerinde olsam, Suriye'yi terk ederim. İsveç'e ya da başka bir yere gidersen iyi olur" dedim.

*Ne cevap verdi?

-"Beni kullansınlar, çok önemli değil. Bana birkaç yıl lazım" dedi. "Ben birkaç yıl sonra yapacağımı yaparım, o zaman da atı alan Üsküdar'ı geçmiş olur. O zaman da beni Suriye'nin kullanıp kullanmaması artık ayrıntı haline gelir" dedi. Zaten Öcalan, Türkiye'ye geldiğinde de aynı stratejiyi izlemeye başladı. Kendini gene kullandırtıyor. Bizim Ankara'dakiler de Öcalan'ı kullandıklarını zannediyorlar. Şimdi Öcalan'ı kullanıyorlar ama uzun vadede Öcalan galip gelecek.  

*Nasıl galip gelecek?

-Öcalan ne isterse yapmak zorunda kalacaklar. Sonuçta Ankara'dakiler Kürt meselesinin çözülmesini Öcalan'a fiksleyerek ve onu kullanarak meseleyi aşabileceklerini zannediyorlar. Büyük bir tarihî hata yapıyorlar. Çünkü Apo kendisini kullandıra kullandıra, hedefine doğru emin adımlarla yürüyor. Öcalan, kendi adına yazılan Devrimin Dili ve Eylemi kitabında bunu kendisi de söylüyor. "Düşünün, devlete Kürt Partisi kurduruyorum... Biz devrimci Kürt Partisini nasıl MİT'e dayandırarak kurduysak, Kürt devletini de Türk devletine dayandırarak kuracağız" diyor.

*PKK yöneteceği bir idari bilim istiyor.

-Bunu da, demokratik mekanizmanın bir sonucu olarak istemiyor. "Bu işi noktaya ben silahımla getirdim. Bundan sonrasını da silahımla alacağım" diyor. Şu anda uluslararası konjonktür izin verse, PKK, yeni bir devlet kurar ama dünya ulus-devletlerin kurulmasına artık izin vermiyor.

-Özerklik, etnik temelde bir çözüm arayışıdır. Bu, ulus-devletin çekirdeğidir. Light ulus-devlettir bu. Böyle bir çözümle bölgede kan gövdeyi götürür. Bölgede yeni sınırları gündeme getirecek çözümleri değil, sınırları anlamsızlaştıracak çözümleri düşünmemiz gerekiyor.

*Kürt özerk bölgesinin kurulması, çatışma getirir.

- Türkiye"de Kürt meselesini tartışan her kişi, kendisini Hakkari"de kafasına dipçikle vurulan gencin yerine koymak zorundadır. Eğer bu gence verebileceğimiz kafasına vurulan bir dipçik ise, bu genç niçin ayrılmasın? Kafasına bir daha vurulsun diye mi?

- Ortadoğu"da yapılması gereken üç şey var... Bir, etnik temeli esas alan bir siyasallaşmadan uzak duracaksınız. İki, mevcut sınırlarla fazla oynamayacaksınız! Üç, demokratikleşmeyi, bireysel eksende yapacaksınız.! Kürt meselesini çözmek için de, yerel yönetimlere Avrupa Birliği"nin şartlarını uygularsanız ve bireysel hakları sağlarsınız. O zaman bu iş çözülür.

*Apo nasıl biri?

-Bence ne istediğini, ne yaptığını çok iyi bilen biri. Mesela Apo, eşi Kesire'nin babasının MİT elemanı olduğunu biliyordu.

*Nereden biliyorsunuz bildiğini?

-Bana kendisi söyledi. Suriye'de ilk karşılaştığımızda; bana, "Bizim de Kesire'nin babası Milli İstihbarat'tandır. Bizi kullanmaya kalktılar. Zor attım kendimi Suriye'ye" dedi. Belki ilk başlarda, öteki Kürt örgütlerine karşı Apo'yu kullanmaya kalkmışlardır ve o da kendini kullandırtmıştır ama sonuçta kusura bakmasınlar, kendi eşekliklerini şimdi marifetmiş gibi söylemeleri anlamlı değil. Apo'nun sonuçta kendine göre belli bir çizgisi ve programı var. Abdullah Öcalan'ı bir tek şeyle yenebilirsiniz. O da demokratikleşmeyle! Öcalan'ı ancak demokratikleşmeyle yenebilirsiniz!

- Apo, Barzani ile buluşmasından sonra benimle konuştu. "Taner" dedi, "Bu iş bitmiştir". "Ne oldu?" dedim. "Mesut, Kuzey Irak"a yerleşmemize izin verdi. Bunu bir kenara yaz. Bu, Kürt hareketi açısından bir dönüm noktasıdır."

*Apo, Irak"a yerleşmenin, PKK hareketini kurtaracağını daha 1982 yılında gördü ve oraya yönelik hareket etti.

- "Beni kullansınlar, çok önemli değil. Bana birkaç yıl lazım" dedi. "Ben birkaç yıl sonra yapacağımı yaparım, o zaman atı alan Üsküdar"ı geçmiş olur. O zaman da beni Suriye"nin kullanıp kullanmaması artık ayrıntı haline gelir" dedi.

- Zaten Öcalan, Türkiye"ye geldiğinde de aynı stratejiyi izlemeye başladı. Kendini gene kullandırıyor. Bizim Ankara"dakiler de Öcalan"ı kullandıklarını zannediyorlar. Şimdi Öcalan"ı kullanıyorlar ama uzun vadede Öcalan galip gelecek.'

Akçam, kendisininz de yıllarca içinde bulunduğu bulunduğu Türkiye'deki solcu cereşyanlarla ilgili olarak de şu tesbitleri yapıyor:  '(...)Türk solu da büyük ölçüde İttihad-Terakki geleneği üzerinden yükseldi ve Türk milliyetçiliğini tercih etti. Dolayısıyla PKK'nın karşısında olabilecek demokratikleşme girişimlerine çok sıcak bakılmadı. Kendimden biliyorum... Avrupa'da ben, "Türk sol hareketlerinde demokrasi gerekir" dediğim için Türk sol örgütleri tarafından hedef gösterildim. Türk solu da maalesef büyük ölçüde klasik Leninist-Stalinist bir çizgi üzerine oturdu. Diktatoryal ve totaliter bir zihniyet dünyasına sahip oldu.'

*

1 Amerikalı'nın hayatı bütün Afganlılara bedeldir, elbette..

Terör odağı olarak görülen ve terörün kökünü kazımak adına 10 yıldır NATO"nun işgali altında olan Afganistan"da bir Amerikan askerinin geçen hafta, Kandehar'da bir köyü  basarak 9"u çocuk, 7"si kadın, 16 kişiyi katletmesi üzerine Amerikan yönetimi ile -Afganistan halkının hışmına daha bir kulak vermek zorunda kalan- Hâmid Karzaî Hükûmeti arasında göstermelik de olsa bir gerilim yaşanmakta.. Karzaî, yabancı askerlerin köylerden çekilmesini istemekte.. Hele de, sözkonusu saldırgan Amerikan askerinin cinnet geçirmiş olabileceği ihtimalini gündeme getirip, bu yöntemle o askeri yargılamaktan muaf tutabileceğini planladığı anlaşılan Amerikan Yönetimi"nin, bu kez de sözkonusu askerin can güvenliğinin sağlanmasını gerekçe göstererek, gizlice Afganistan"dan Amerika'ya intikal ettirildiğinin açıklanmasıyla bu gerilim daha da yükseleceğe benziyor.. Bu askerin savunmasını üstlenen Amerikalı avukatın, 'bu askere adâletle davranılmalı, o bizim evladımızdır.. O, bu eylemini hangi şartlarda yapmıştır, gözönünde  bulundurulmalıdır.. Bir gün önce, gözünün önünde, bir arkadaşının bacağının koptuğunu görmüştür.. Daha önce de Irak'da bulunan ve Afganistan'a gitmek istemediği halde gönderilen bu askerin Irak'da da  benzer durumlarla karşılaştığını gözönüne almak gerekiyor. Bunlar düşünülmeden  ceza biçmeye kalkışılmamalıdır..'  demesi, bu kaatilin veya ruh hastasının yalnız olmadığını, sadece maddî güçlerine güvenen ve ahlâk, adâlet gibi insanî hasletlerden nasibsiz materyalist ruhların nasıl canavarlaştıklarını bir daha gözler önüne sermektedir..

Tam da bu sırada, Amerikan Sav. Bakanı Leon Panetta'nın Afganistan"a gitmesi ve bir gövde gösterisi yapması ilgi çekiciydi.. Ama, daha da da ilginç olan, herhalde Panetta"nın kendi askerleri arasından bir deli"nıin, cinnet geçirmesi mümkün başkalarının da olabileceği korkusuyla, Amerikan askerlerine hitaben konuşma yapacağı salona, kendi askerlerinin silahlarını dışarıda bırakarak girmelerini emretmesi idi.. çünkü, onlardan birisi silahını Savunma Bakanı'na da doğrultabilirdi..

Panetta, kendi askerlerinin kendisine bile saldırmayacağından emin olamazken, uzak diyarlarda, Afganistan halkının ne gibi duygularla hareket edeceğini düşünmesi idrakleri dumûra uğramış, kalbleri körelmiş insanlardan nasıl beklenebilir?

*

Gilad Şalit'in babası da doğru arayışında..

5,5 yıl süreyle HAMAS"ın elinde esir kalan ve ekim-2011"de 1000 (bin) Filistinli"nin serbest bırakılması karşılığında bırakılan ve o uzun esaret yılları boyunca sionist İsrail rejiminin kamuoyunu derinden meşgul eden İsrail rejimi askeri Gilad Şalit"î hatırlayalım.. Onun babası Noam Şalit, bir tv. proğramında, "Ben olsam ben de Filistinliler gibi hareket ederdim.."  demiş, İsrail rejiminin politikalarını eleştirirken.. Noam Şalit, Birinci Dünya Savaşı"ında Filistin"i işgal eden İngilizlere karşı,  siyonist yahudiler olarak kendilerinin de, o topraklarda bir yahudi devleti kurmak için mücadele ederken, o dönemin ünlü siyonist terör örgütlerinden olan Haganah"ın da ingiliz askerlerini kaçırdığını hatırlatmış..

Evet, bir mücadele veya savaş verirken, siz kendinizi ne kadar haklı bir noktada hissediyorsanız, karşınızdakinin de kendisini aynı şekilde haklı veya doğru bir davayı savunuyor olarak görmesi tabiîdir..

Diplomatik beyanlarda rastlanamıyacak büyük oyunlar..

1Mart 2012 günü dünya medyasına düşen bir habere göre.. CIA gibi çalışan Stratfor'un WikiLeaks'e sızan yazışmalarından, Rusya ve İsrail arasında yıllar önce yapılan gizli bir anlaşma da çıktı. Bir e-mail'e göre, Rusya, İran'a sattığı Tor-M1 hava savunma sisteminin kodlarını İsrail'e verdi ve karşılığında 2008'deki Güney Osetya savaşı öncesi İsrail'in Gürcistan'a sattığı insansız hava araçlarının kodlarını aldı..

Wikileaks, CIA'in "gölge kuruluşu" olarak hareket eden ABD'li istihbarat-analiz kuruluşu Stratfor'a ait 5.5 milyon e-mail'i yayımlamaya devam ediyor. Stratfor'un dünya genelinde, hükümetlerin üst kademesinden yazarlara kadar uzanan gizli kaynaklarının gönderdiği e-maillerin arasından, Rusya ile İsrail arasındaki tehlikeli takas anlaşması da çıktı.

İsrail gazetesi Yediot Ahronot'un internet sitesinde verdiği habere göre yazışmalardan biri, İsrail ile Rusya'nın yıllar önce yaptığı gizli bir pazarlığı da anlatıyor. Bu bilgilere göre, Rusya, İran'a sattığı Tor-M1 hava savunma sisteminin kodlarını İsrail'e verdi ve bunun karşılığında da, İsrail'in Gürcistan'a sattığı insansız hava araçlarının kodlarını öğrendi.

İki ülke arasındaki bu anlaşmanın, 2008 ağustos ayında meydana gelen Rusya-Gürcistan savaşından önce yapıldığı tahmin ediliyor. Rusya, bu savaşta Gürcistan'ın topraklarını işgal etmişti. Kaynaklara göre, bu savaş sırasında Gürcistan, İsrail yapımı silahları kullanmış ve askerlerin dışında, binlerce sivil insan da hayatını kaybetmişti..

*

'Stratfor- WikiLeaks' gürültüleri arasında, bir 'kahraman T.C. vatandaşı'nın casusluğu..

Son zamanlarda, Amerikan araştırma (ve karıştırma) kuruluşlarından bir diğeri gündeme oturdu.. Stratfor..

Bu kuruluşun yayınladığı bir belgede, Tayyîb Erdoğan'a iki yıl ömür biçilmişti..

Başbakanlar da elbette hasta ölür ve ölürler.. Ama, konu Tayyîb Erdoğan olunca, bu haber  oldukta geniş etki yaptı, içerde ve dışarda..

Çünkü, 10 yıla yakın zamandır Türkiye'de siyasî iktidarda olan ve geçmişte pek görülmeyen derecede istikrarlı bir sosyo-ekonomik ve politik yapı kazandıran Erdoğan'ın iki yıl içinde öleceğine dair iddia, daha çok bir temenni mahiyetindeydi.. Ama, Taraf gazetesi, bir dedikodu haberini, gerçek imiş gibi, birinci şahifeden kocaman manşetlerle topluma yansıtınca..

Başbakan Erdoğan, 'insanın ömrünün Allah'ın takdirinde olduğunu, onu geciktirecek veya öne alacak bir başka gücün olmadığını, bu gibi iddiaları  yayanların, Allah'ın iradesine karşı bir küstahlık içinde bulunduklarını' söyleyince.. Tartışma yeni boyutlar kazandı.

Bu arada, Stratfor'un sözkonusu iddialarının kaynağı olarak gösterilen kişinin, TÜSİAD'ın Washington temsilcisi olduğu ortaya çıktı.. O TÜSİAD ki, hele de son 35-40 yıl boyunca, Türkiye'de hükûmetler kuran, hükûmetler yıkan bir güç odağı, bir İstanbul Dukalığı durumundaydı..

 TÜSİAD'ın Washington Temsilcisi olan ve WikiLeaks"in sızdırdığı gizli istihbarat şirketi Stratfor belgelerinde yaptığı çalışmalardan ötürü "İyi iş çıkardın Emre" diye övüldüğü anlaşılan 27 yaşındaki Emre Doğru ile, yapılan ve Hürr.'de 10 Mart günü yayınlanan röportaj, epeyce ilginç..  Bu röportajı, geniş bir özet halinde buraya da aktaralım..

'- Ne zaman girdiniz Stratfor"a?

2009 yazıydı. Fransa, İtalya  ve Almanya"da Avrupa Birliği üzerine master yaptım. O dönemde çok Avrupa merkezli bir uluslararası ilişkiler bakışı kazandığımı hissettim. Amerikalılar dünyayı nasıl görüyor onu anlamak istedim. George Friedman ve Stratfor da çok popülerdi o sıra. "Önümüzdeki Yüzyıl" kitabını yazmıştı. Staj başvurusunda bulundum. İnternet üzerinden mülakat yapıldı. 2009 Eylül"ünde (şirketin merkezinin bulunduğu) Austin"e gittim.

- Nasıl bir yer Austin"deki merkez?

Toplam 50 kişi vardı. Analistler, pazarlama, muhasebe, bilgi-işlem, müşteri ilişkileri hepsi... Ben analistlerleydim. Ortadoğu bölgesinde.

- Kimle çalıştınız? Siz ne yapıyordunuz Austin"de?

Başka bölgelerin analistleri var. Ben Austin"den Kamran ve Reva ile yazışıyordum. George Friedman ve karısı Meredith de bazen orada oluyorlar bazen de seyahatteler.

Yıllık 35 bin dolar

- Türkiye"de nasıl çalışmaya başladınız?

3 aylık staj bittikten sonra da Türkiye"ye döndüğümde teklifte bulundular. 2010 Ocak"ında İstanbul'da çalışmaya başladım. (...)

-Başbakan"ın sağlığı hikâyesine gelelim. Siz doktorunun çevresine kadar ulaşıyorsunuz, doğru ya da yalan, kimsenin haberinin olmadığı bir bilgiye ulaşıyorsunuz. Hassas bir bilgi bu.

Bir defa o yazışmayı ben de medyada gördüm. O sırada ben Stratfor"da çalışmıyordum. Fakat şunu söyleyebilirim. Stratfor"a kalkıp birinin böyle bir şey söylemiş olması, Stratfor"a söylendiği için bunu doğru yapmaz. Stratfor analistlerinin bunu doğru kabul edip bunun üzerine kafa yordukları anlamına gelmez. Üzerinde durmayıp kenara atmış da olabilirler. Bunlar iç tartışma. Eğer bir sonuca ulaşılmazsa rapora dönüşmez. Başbakan"ın sağlığıyla ilgili bir şey yayınladıklarını da görmedim.

- Hakkınızda casusluk ithamlarına kadar uzanan bir algı var Türkiye"de.

Türkiye halen birçok konuyu Soğuk Savaş paradigmalarıyla değerlendiriyor. İnsanların birbirleriyle görüşmesini, bilgi alışverişi olmasını yadırgıyor. Bilgiden para kazanmaya alışmış değil Türkiye. En basit en ucuz şey bilgi. WikiLeaks"ten çıkmış olması da buna tuz biber ekti.

- Ama Stratfor"daki bazı görüşmelerin içeriğine girince bu espiyonaja (casusluğa) da kaymıyor mu? Başbakan"ın sağlığı olayı mesela.

Ben faaliyet alanım içerisinde böyle bir şeye şahit olmadım.. (...)  İç yazışmalar, ürüne dönüşmemiş fikirler bu şekilde sunuldu. Saçma da olabilir, temelsiz olabilir, spekülasyon olabilir. Ama fikir özgürlüğü içerisinde tartışılan düşüncelerdi sadece.

- Peki çok somut bir örnekle soracağım. Başbakan"ın sağlığı hakkında Stratfor"un yürüttüğü bilgi edinme çabası, gizli kaynaklar, espiyonaja girer mi girmez mi?

Herkes merak ediyor. Niye Stratfor yaptığında espiyonaj olsun? İnsan merak ettiğini öğrenmek ister.Yanlış bir şey yapmadı..

-Hayatınız nasıl etkilendi bu olaylardan?

Hoş bir durum değil tabii. Ancak tüm samimiyetimle anlattığım için hiçbir çekincem yok. Türkiye dışında inanın başka hiçbir ülkede mesele bu hale gelmiş değil. İtibar kaybettiğimi düşünmüyorum.'

Evet, Uluslararası olmak adına, emperyalizmin entrika merkezlerinin emrine girmek  casusluk sayılmıyorsa, casusluğun nasıl bir şey olduğunu, bu çok yüksek tahsilli T.C. vatandaşı nasıl tarif eder, dersiniz?

Kalem değil, kanalizasyon küreği..

15 Mart günü, Cumh. gazetesinde B.C. imzasıyla yayınlanan bir yazıyı buraya almaktan bile acı duydum..

Bu kadar hırçın, bu kadar seviyesiz bir yazının nasıl kaleme alınmış olduğunua hayret etmekten insan olan kendisini alamaz.. Seviye o kadar düşük ki, yazılara kızıp hemen kaleme sarılan ve hiçbir sınır tanımaksızın yazarına sokak ağzıyla hakaretler yağdıran yorumcular bile ondan daha seviyeliler.. Daha önceleri Hürr.de yazan sözkonusu kişinin Tayyîb Erdoğan'a karşı kaleme aldığı eleştirilerden rahatsız olduğum sanılmaya.. O  satırları yazan, Tayyîb bey'in  şahsına değil, onun dünyasına, hepimizin gönlünde şu veya bu derecede yer etmiş değerler sistemine düşmanlıklarından dolayı böylesine seviyesiz, böylesine hırçınlar..

'Senden Başbakan olmaz. /...)  Her gün biraz daha batıyorsun yarattığın karanlığın içine... (...) Zaten tutamazsın dilini... Bekliyorum ki yakında çıkıp bunu da kusacaksın.. (...) Kusura bakma ama hiç Başbakan'a benzemiyorsun... Başbakana benzemiyorsun ya... (...) Ne yapalım... (...) Bu toplumun yarısı seni tercih ediyor... (...) Bayılıyorlar sana... (...) Belki ayılırlar... '  diyen bu kişinin gönlündeki Başbakan tiplemesinin nasıl olduğunu tahmin edebiliriz.. Ama, o gibilere şimdiden haber verilebilir ki, bu hırçınlığı, bu kızgınlığı, yapılacak bir seçimle daha bir artacağa benziyor..

Bu vesileyle hatırlanması gereken bir diğer nokta da, ülkede gaçzetecilere karşı bir sindirme politikası izlendiği intibaı uyandırılmaya çalışılmasıdır..

Hükûmet'i eleştirdiği için hapse atılan kaç kişi var?..

Şu medyadaki eleştirilerin en kral tiplerine bakın.. B. Coşkun, E. Ç ölaşan, Altan kardeşler..

Yazılarında devamlı varolan istihza, alay, hakaret, yıpratmayı, tahrib etmeyi esas alan eleştiri..

Bunu gibi eleştirdileri kendinize veya o yazıcılar kendilerine yapıldığını düşünsünler..

*

Bir general eşi de aynı havada..

Bu yazıyı yazan kişi ile, 28 Şubat günü, Youtube'a düşen  ve GATA'dan Prof. Tbb. Tuğgn. Fikret Arpacı'nın eşine aid olduğu iddia edilen ses kaydındaki sözlere ne kadar da benziyor.. O ses kaydında,  Cumhurbaşkanı'na, Başbakan'a, TSK'ya, subaylara ve halka çok ağır hakaretlerde bulunuluyor ve,  'TSK kof bir kurum', 'subayları geri zekalı', 'Genelkurmay Başkanları da sınırda zekâlı' gibi ifadeler sarf ediliyordu. Dilek Arpacı olduğu ileri sürülen ses kaydının sahibi, Genelkurmay eski Bşk. Org. İlker Başbuğ için de "Allah'ın belası Amerikancı, geri zekâlı bir general" diyordu.

Ses kaydında, halk için de "Pislikler, salak ve önüne b.. bile konsa yiyecek kadar aşağılık, salak ve geri zekalı.. Pislikler. Böyle bir halk olur mu yaa? Nasıl bir halksın?" şeklinde hakaretler savruluyor, Cumhurbaşkanı'na 'ikiyüzlü', Başbakan'a 'abuk sabuk konuşan bir üç kağıtçı" hakaretlerinde bulunuluyordu..

Allah aşkına, şu Cumh. yazıcısının, bu kadından farkı ne, uslûb seviyesi bakımından?

*

Tarih, haklılarla haksızların mücadelesinden ibarettir..

28 Şubat Zorbalığı döneminin ünlü generallerinden ve MGK Gen. Sekr. em. Org. Tuncer Kılınç, 28 Şubat'ın hedefine varamadığından, konuların çok güzel ortaya konulmuş olmasına rağmen, iyi takib edilemediğinden yakınmış ve 28 Şubat devam ediyor diye de bir gözdağı vermek gereği duymuş, birilerine.. 13 Mart tarihli Aydınlık'da yayımlanan röportajında..

'28 Şubat süreci hâlâ devam ediyor. Sadece kesinti var. Çağdaşlıkla çağdışı düşüncelerin uğraşması bin yıl da eder on bin yıl da. Türkiye her zaman AK Parti ile idare edilmeyecektir. Yarın bu görüntü değişecektir..'

Kafa, aynı kafa..

Evet, bin değil binlerce yıl da sürecek olan bir mücadeledir,  zâlimlerle  mazlumlar arasındaki mücadele..

Herkes, bu mücadeledeki safını, kendi fıtratinin gereğince belirler..

 *

Zorbalığın hâlâ da güç gösterisi yapması küstahlığı..

28 Şubat 1997 Zorbalığı döneminde çok sayıda soruşturmayı yürüten savcı olarak bilinen Nuh Mete Yüksel 16 Mart günü emekliye ayrılmış.. Bu kişi, Nisan-1999 seçimlerinde İstanbul'dan m.vekili seçildiği halde, vekaleti zorbaca yöntemlerle önlenen Merve Kavakçı'nın evine gece yarısı baskın yapan kişidir.. Şimdi bile,  Merve Kavakçı'nın evine geceyarısı baskın yapmaya kalkışmasında da pişman olacak bir durum olmadığını savunmuş..

Devlet Güvenlik Mahkemeleri döneminde en çok konuşulan soruşturmalara imza atan ve 'Demir Savcı'  lâkabıyla anılan Nuh Mete Yüksel Ankara Adliyesi'nden ayrılırken, medya mensublarının sorularına cevab vermeye çalışmış ve 'yaptıklarından dolayı hiç de pişman olmadığını ve pişman olacak bir husus göremediğini' söylemiş ve  "Meslek hayatımda yaptığım soruşturmalar ve verdiğim hiçbir kararımdan pişmanlık duyacağım bir şey yoktur.' diyen Yüksel,  Fazilet Partisi'nden milletvekili seçilen Merve Kavakçı'nın evine yapılan baskını şöyle anlattı: "ABD'de Hamas'ın düzenlediği toplantılarda konuşması üzerine yürütülen bir soruşturmaydı. İfade çağrılarına icabet etmemiştir. Bu nedenle evine gözaltına almaya giden Terörle Mücadele polislerine sorun çıkarılmış. Emniyetten beni aradılar ve içeriye alınmadıklarını söylediler. Ben de soruşturma savcısı olarak evine gittim. Baktım Kavakçı'nın evden çıkarılmasına izin vermiyorlar. Hem evdeki çocuklar üzülmesin, hem de olay daha fazla büyümesin diye gözaltı olayında vazgeçtik ve ordan ayrıldık. Kavakçı'nın evine gidilmesi yasal bir olaydı. Bundan pişman olmam için bir sebep göremiyorum." demiş..

Hatırlanacağı üzere, bu ceberrut savcının emriyle, Merve Hanım'ın evden alınması teşebbüsüne o zaman, hattâ başka partilerden m.vekilleri de silahlarını çekip engel olmuşlardı..

Vicdanı, aklı, insanî anlayışı böyleyse; hayrını görsün zorbaca çalışan vicdanının.

*

'Zorbaların pırıl-pırıl' olan vicdanına bir örnek..

28 Şubat Zorbalığı günlerinde, İstanbul Üni.'de Rektör Yardımcısı olarak en despotik, en cuntacı mantık uygulamalarını sergileyen (şimdi de CHP m.vekili) Prof. Nur Serter de geçmişte yaptıkları uygulama için özür dilemediği gibi , "Vicdanen pırıl pırılım. Hayatta yaptığım en iyi şey ikna odalarıydı" dedi, 16 Mart günü yaptığı konuşmada..

Nur Serter'in bu sözü üzerine ikna odası mağdurlarından olan ve İkna odaları'nda kayıt için gelen öğrencileri ikna edebilmek için Atatürkçü Düşünce Derneği'nden kadınlar getirildiğini söyleyen Hanife Gökdemir ise, "Vicdanen pırıl pırılsa, kendisini suçsuz görüyorsa, elindeki İkna Odaları görüntülerini yetkililere versin, neden görüntüleri vermedi, neden zaman aşımını bekledi?"  diyordu...

Evet, zorbalıkların sadece lanetlenmekle mi kalacaklar, yoksa onlar hakkında da, gerekli hukukî işlemler başlatılacak mı?

Bu bir rövanşist yaklaşım değil, zorbalara, yaptıklarının yanına kâr kalmaması şeklindeki adâlet talebi ve mustehak oldukları muamelenin yapılmasıyla, gelecekteki zorbalara da bir ibret levhası bırakılması arzusudur.

Dokunulamaz sanılan nicelerine dokunulmaya başlandığı, kendilerinden hesab sorulmasını tasavvur ve tahayyyul edemiyen ve edilemiyenlere hesab sorulmaya başlandığı gibi, nice zulumlere âlet olmuş bu gibi zulüm uygulayıcısı kişilere de hesab sorulma gününün gelmesi yakındır, inşaallah..

 

haksöz

Bu yazı toplam 1500 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar