“Cebir ve Şiddet”in 80 Yıllık Hikayesi "

“Cebir ve Şiddet”in 80 Yıllık Hikayesi "

Yıldıray Oğur’un Karar’da yayımlanan konuyla alakalı yazısı (19 Ocak 2019) şöyle:

ıray Oğur’un Karar’da yayımlanan konuyla alakalı yazısı (19 Ocak 2019) şöyle:

“Cebir ve Şiddet”in 80 Yıllık Hikayesi

Geçen hafta Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, İstinaf Mahkemesi’nden çıkan onay kararından sonra temyiz için Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin önüne gelen Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak kararı hakkındaki tebliğnamesini açıkladı.

Başsavcılık, bu üç ismin, ağırlaştırılmış müebbet cezası aldıkları TCK 309’uncu madde yani “Anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs”ten değil, 5’den 10 yıla kadar hapis cezası öngören “örgüte bilerek ve isteyerek” yardım suçundan yargılanması gerektiğini bildirdi.

Başsavcılık’a göre “Anayasal düzeni değiştirmeye yönelik teşebbüs ancak cebir ve şiddet kullanılarak, bireylerin iradeleri zorlanmak suretiyle işlenebilir.”... “Burada kastedilen maddi cebirdir.”... “Şiddet somut olmalıdır.”...“Basit bir tokat atma ya da tehdit yoluyla bu suçun işlenemeyeceği ortadadır.”... “Dosya kapsamından sanıkların eyleminin maddi cebir kapsamında kalmadığı anlaşılmaktadır.”

Gerçekten TCK 309’uncu madde “Cebir ve şiddet kullanılarak” diye başlıyor ve çok net. Ama bu netlik uygulamada içeriği çarpıtılmış bir kaç cümleden müebbet hapis cezası verilmesini engelleyemedi.

Bundan sonra Yargıtay Ceza Dairesi’nin Türkiye’de pek çok davada adaletsizliği giderebilecek Başsavcı’nın bu itirazına katılıp katılmayacağını göreceğiz.

Belki Yargıtay üyeleri Türkiye’de ceza kanunlarında rejimi ve hükümeti yıkma suçlarında cebir ve şiddet şartı aranması üzerine geçmişte yapılmış tartışmaları da inceleyecekler.

Muhtemelen karşılarına 16 Temmuz 1938 günü Meclis’te 3531 sayılı yasayla Türk Ceza Kanunu’nun meşhur 141 ve 142. maddelerinde yapılan değişiklik de çıkacak.

Adı verilmese de komünizmle mücadele için ceza kanuna konmuş 141. maddenin bu değişiklikten önceki hali şöyleydi:

“Memleket dahilinde, içtimaî bir zümrenin diğerleri üzerinde tahakkümünü şiddet kullanmak suretiyle tesis etmeğe veya içtimaî bir zümreyi şiddet kul¬lanarak ortadan kaldırmağa ve memleket dahilinde teşekkül etmiş iktisadî veya içtimaî nizamları şiddet kullanarak devirmeğe matuf cemiyetleri tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare eden kimse...cezalandırılır.”

Maddeden sadece üç kere tekrar eden iki kelime çıkarılmıştı: Şiddet kullanarak (kullanmak suretiyle)

Ama bu küçük rötuşla şiddet ve cebir şartı aranmadan her türlü komünist faaliyet, eylem, söz “rejimi yıkmaya teşebbüs” suçuna sokulmuş oldu.  

Peki, Meclis neden durup dururken böyle bir değişikliğe ihtiyaç duymuştu?

Bu acil değişikliğin sebebi o günlerde görülmekte olan iki davada ceza verilmekte zorlanılmasıydı.

Harp Okulu ve Donanma Davaları olan bilinen davalarda askeri öğrencilerle birlikte üç ünlü isim de yargılanmıştı: Nazım Hikmet, Kemal Tahir ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı.

Nazım Hikmet, o sırada 36 yaşında genç bir yazar ve şairdi. Hem anne hem de baba tarafından üç kuşak devlete paşa, üst düzey vali ve diplomat olarak hizmet etmiş soylu bir aileden geliyordu. Dayısı Atatürk’ün sınıf arkadaşı ve İstiklal Harbi kahramanı Ali Fuad Cebesoy’du. Daha çocukken Bahriye üzerine yazdığı bir şiiri çok beğenen Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın teşvikiyle, mahkemesinde yargılanacağı Bahriye’ye girmiş, sonra disiplinsizlikten subay olmadan ayrılmıştı.

Bir teoriye göre Cumhuriyet’le dışlanan İstanbul’un diğer soylu ailelerin iyi yetişmiş başka çocukları gibi o da tepki olarak komünist olmuştu. 30’lardan itibaren bu yüzden dokuz kez yargılanmış, kısa süreli hapis cezaları da almıştı.

Sürekli takibat altındaydı. 1938 yılının Ocak ayında kısa bir süre başına geleceklerden habersiz dergicilik ve sinema işleriyle uğraşıyordu.

Soruşturmanın nasıl başladığıyla ilgili iki rivayet var.

Birincisine göre Nazım Hikmet, bir gün önce çalıştığı sinemaya sonra Nişantaşı’ndaki evine gelen, hayranı olduğunu söyleyen üniformalı bir Kuleli Askeri Lisesi öğrencisini peşine takılmış bir ajan zannetmiş, durumu kendisiyle “ilgilenen” Emniyet başkomiserini arayarak bildirmiş ve peşine üniformalı askerler takmalarından şikayetçi olmuştu. Başkomiser ise kendilerinin böyle bir şey yapmadığını söylemiş ama Nazım’ın bu telefonu daha sonra kendisini de içine alacak bir soruşturmayı tetiklemişti.

Diğer rivayete göre ise aslında olay Kuleli Askeri  Lisesi’nde sosyalist fikirlere yakın olan öğrencilerin, Türkçü öğrenciler tarafından ihbar edilmesiyle başlamıştı. İhbarcı öğrencilerden biri daha sonra önce 27 Mayıs Milli Birlik Komitesi üyesi olacak, ardından emekli günlerinde ise tuhaf bir şekilde sosyalist örgütlerde bulunacak yarbay Sami Küçük’tü. İhbar üzerine okulda arama yapılmış ve dolaplarından tehlikeli, sol kitaplar çıkan 21 öğrenci gözaltına alınmıştı.

Tehlikeli kitaplar listesinde yok yoktu; Gorki, Zola, André Malraux’nun kitapları, İspanyol İç Savaşı, diyelaktik materyalizm üzerine kitaplar ve bir de Nazım Hikmet’in “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?”sü.

Kitabının askeri öğrencilerde çıkması ve kendisiyle görüştüğünü söyleyen bir öğrencinin ifadesi Nazım Hikmet’in ordu içinde komünist bir teşkilat kurmaya çalışmakla suçlanmasına yetmişti..

Nişantaşı’ndaki evinde Hilmi Ziya Ülken’le birlikte bir dergi üzerinde çalışırken evi basılmış, kendisini önce Kadıköy İskelesi’nde bekleyen bir teknede sonra da tutuklu kalacağı açıktaki Erkin gemisinde bulmuştu.

O günlerde 28 yaşında, daha meşhur romanlarından hiçbirini yazmamış genç bir gazeteci olan Kemal Tahir’in gözaltına alınmasının sebebi de kitaptı. Ama kendi kitapları değil. Bahriye’de astsubay olan kardeşi Nuri Tahir’e Sabahattin Ali’nin kitaplarını vermekti suçu.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı ise eşiyle birlikte kurduğu Kıvılcımlı Kütüphanesi yüzünden soruşturmaya dahil olmuştu. Kütüphanenin müdavimi olan Kerim Korcan adında bir genç, buradan aldığı kitapları kurduğu kitap severler kulübündeki arkadaşlarıyla paylaşıyordu. Kitap alıp verdiklerinden biri de Yavuz zırhlısında askerlik yapan ağabeyiydi. O kitaplar yüzünden Hikmet Kıvılcımlı ve eşi de soruşturmada gözaltına alındılar.

Ama tabii ki savcı onları kitapları okunduğu ya da öğrencilere kitap verdikleri için değil, ordu içinde komünist örgüt kurup anayasal düzeni değiştirmeye çalışmakla, askeri disipline aykırı hareket etmekle suçladı.

Gazetelerde tek satır haber çıkmayan dava, Silivri açıklarındaki Yavuz zırhlısında görüldü. Ortada gizli bir ihbar mektubu, çelişkili bir tanık ifadesi ve bolca kitaptan başka bir delil yoktu. Ama komünizm korkusunun sardığı Ankara’yı bu “gizli” kitap örgütü çok telaşlandırmıştı. Cezalar da o nispette oldu.

Nazım Hikmet 28 yıl, Kemal Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı ise 15’er yıl hapis cezası aldılar.

Cezalar ağırdı. Hepsinin Ankara’da çevreleri genişti. Bunun bir adli hata olduğu ve düzeltilmesi gerektiğini düşünenlerin sayısı da çoktu. Onlardan biri de Nazım Hikmet’in dayısı Ali Fuad Cebesoy’du. Ama kimse sesini çıkaramıyor, inisiyatif alıp adım atmak ve bu yüzden damgalanmak istemiyordu.

Kemal Tahir, Hikmet Kıvılcımlı İsmet Paşa’ya mektuplar yazarak uğradıklarını haksızlığı anlattılar ama işe yaramadı. Nazım Hikmet, hapiste tanıdıklarının teşvikiyle Kuvvai Milliye Destanı’nı yazdı ama o da işe yaramadı. Ona gizliden çeviriler yaptıran Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel bile komünistlere yardımla suçlandı.

19452den sonra hava değişti. 1950 seçimlerine doğru gidilirken, üç ismi içeriden kurtaracak bir af gündeme geldi ama sonra “komünistlere af çıkarılıyor” şayiasıyla tasarı geri çekildi.  Tasarı geri çekilince ümitlerini kaybeden Nazım Hikmet 14 Mayıs 1950 seçimlerinde günler kala açlık grevine başladı. Ama seçime kilitlenmiş ülkede sesini duyuramıyordu.

13 yıldır hapiste yatan oğlunun günden güne erimesine dayanamayan 70’li yaşlardaki annesi ressam Celile Hanım, bir pankart hazırladı, bir defterle Galata Köprüsü’ne çıktı ve oğlu için halktan imza toplamaya başladı.

Pankartta şöyle yazıyordu: “Haksız yere mahkum edilen oğlu nazım Hikmet açlık grevindedir. Ben de ölmek istiyorum. Gece gündüz oruçluyuz. Bizi kurtarmak isteyenler bu deftere adreslerini yazarak imzalasınlar.”

Annesinin girişimi sessizce bekleyenleri harekete geçirmişti.

Açlık grevini bitirmek ve Nazım Hikmet’e af çıkarılması için aralarında Halide Edip, Adnan Adıvar, Falih Rıfkı Atay’ın da olduğu ünlü isimler seçime günler kala Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye bir mektupla çağrı yaptılar:

“Nazım Hikmet’in bir adli hataya kurban olduğu kanaati memleket dışında ve içinde yanlış bulunmaktadır. Bu hadiseyi Türkiye’nin şerefini lekelemek için bilerek bir tahrik vesilesi olarak kullananlar bulunsa bile onu sadece insani ve hukuki ele alanlar ve sevdikleri demokrasi Türkiyesi’ni açık bir adaletsizliği devam ettirir görünmek şaibesinden kurtarmak isteyenler sanat ve fikir adamları içeride ve dışarıda bir yekün tutmaktadır. Memlekette komünist hareketi doğrudan doğruya sevk ve idare ettikleri için tutulan ve yargılanan teşkilatçı Şefler dahi azami 4 yıl hapse mahkum edilmiş oldukları halde şair ve sanatkar Nazım Hikmet 12 yıldan beri hapiste yatıyor. Bu uzun ıstıraba ve onun  etrafındaki türlü türlü yankılara nihayet vermek için Devlet Reisi olarak elinizdeki bütün yetkileri kullanmanızı sizden rica ederiz.”

Nazım Hikmet bu mektup üzerine açlık grevini bitirdi. Bu sırada seçimler olmuş, Demokrat Parti iktidara gelmişti.

Artık DP milletvekili olan Halide Edip ve Adnan Adıvar çifti, anti-komünist olmalarına rağmen Nazım Hikmet’in haksız bir şekilde yıllardır hapis yattığını biliyor ve buna bir çare aramak için yeni iktidarı harekete geçirmeye çalışıyorlardı.

DP iktidarının gündeminde zaten bir siyasi ve adi suçlara af vardı. Fakat bu affın kırmızı çizgileri belliydi; Katiller, ırz düşmanları, kız kaçıranlar ve komünistler af kapsamı dışındaydı. Bakanlar, vekiller arasında bir grup komünistlerin af kapsamına girmemesi için bastırıyordu.

Laleli’deki üniversitede Nazım Hikmet’e af isteyen solcu öğrencilerle, Türkçü öğrenciler birbirine girmişti. Meclis’ten af tasarısı komünistlerin af edilmediği haberleriyle geçti.

Ama öyle olmadı. 16 Temmuz 1950’de Nazım Hikmet, Kemal Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı bu afla 13 yıl sonra hapisten çıktılar. Hepsi artık orta yaşlarının sonların gelmişti.

Çıkar çıkmaz pasaport almak için başvurdular. O günün Emniyet Genel Müdürü, bu başvuru için bu insanların Türkiye’de kalmayıp, yurtdışına gitmesinin ülke için daha hayırlı olacağını söylemişti.

Gazetelerde Nazım Hikmet’in pasaportla İsviçre’ye tedavi olmaya gideceği haberleri çıktı. Sonra Bükreş radyosunda bir konuşma yaptığı haberi. Sonra da aslında Bükreş’e pasaportsuz gittiği haberi...

Pasaportsuz ülkeden kaçtığı anlaşılan Nazım Hikmet’in Moskova’dan gelen ilk fotoğrafının altına Cumhuriyet “yüzüne  tükürebilin diye bastık” diye yazacaktı.

Sonrası malum...

Donanma ve Harbiye Davaları üzerine uzun yıllar konuşulamadı.

Ülkenin ünlü yazar ve şairlerinin 13 yılını çalmış davaların içinin ne kadar boş olduğu ancak 29 yıl sonra 1966 yılında davada Nazım Hikmet’le birlikte yargılanıp, hapis cezası alan Kuleli Askeri Lisesi öğrencisi Abdülkadir Meriçboyu’nun yazdığı kitapla ortaya çıktı.

Kitap çok konuşulunca davada görevli emekli Albay Fuat Uluç da (Hıncal Uluç’un babası) karşı bir kitap yazmış ve şöyle demişti:

“Hainin böylesine 28 yıllık hapis cezası azdır. Yağlı iplere bakıp kaşıdığı kıllı kalın ensesinden asmak da kâfi değildir. Kanunlar müsaade etmeliydi, biz de biraz katı yürekli olmalıydık da her azâsını ayrı ayrı idam etmeliydik mendeburun.”

Ağabeyine verdiği kitap yüzünden davada yargılanan Kerim Korcan’ın yazdığı hatırat ise 1988 yılında henüz yürürlükte olan 141 ve 142. maddelerden toplatılmıştı.

1991 yılında Özal’ın girişimiyle 141, 142, 163. maddeler kaldırıldı ama cebir ve şiddet ile söz ve fikir arasında net bir ayrım yapamayan hukuk sistemi insanların canını yakmaya devam etti.

80 yıl sonra da hala bu yüzden hapiste müebbet almış yazarlar ve gazeteciler var.

2019 yılında Nazım Hikmet şiirleri, Kemal Tahir romanları hala yaşıyor. Fikirlerini paylaşmasalar da onlara yapılan haksızlığa karşı ses çıkaran, mektup imzalayan Halide Edip, Adnan Adıvar da rahmetle hatırlanıyor.

İhbar mektuplarını yazanlar, bunları ciddiye alıp soruşturmayı açanlar, ceza kanunlarını aceleyle değiştirenler, delilsiz mahkumiyet kararlarını verenler ise unutuldu.

Ama Türkiye ise 80 yıl sonra hala söz ile rejimin yıkılıp yıkılamayacağını konuşmaya devam ediyor.