Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Çarşamba Sohbetleri, -Okuyucularla Hasbihal / 24-

Tekraren bir hatırlatma: Facebook ve twetter gibi iletişim imkanlarından, -zararının faydasından daha fazla olduğunu düşündüğümden- istifade etmemekteyim. Bazı kardeşlerin benim adıma açtıkları ve yazılarımı koyduklarını bildirdikleri facebook sahifesiyle de direkt ilgim yoktur. Oraya yazılanları da takib imkanım olmadığından, arzu edenler notlarını, suallerini veya görüşlerini  e-mail adresim olan(secakirgil@yahoo.com) adresine de tıklarlarsa, irtibat kurmak imkanı olabilir. Arzolunur..

*

(İsmi  bizde mevcud bir anne): (Özet olarak, kendi çevresindeki bazı genç insanların kendileri dışındakileri İslam’ı anlamamakla suçlayıp, toplumun genelinden uzak bir hayat yaşamaya ve herkesi suçlamaya yönelik eğilimleri konusunda şöyle yazmıştı:) ‘Oğlum üniversitede okudu, mühendislik dalında.. Babasını bir kaç yıl önce kaybettik.. Sonra İslamî konuları öğrenmeye merak sardı.. Bir takım internet siteleriyle irtibat kurdu, araştırmalarını yıllarca sürdürdü.. Sonunda, işini, gücünü terk ve kanunî irtibatlarını kesip, bir grubun yanına ‘hicret’ etti, arkadaşlarıyla sıkıntı içinde yaşıyor ve maişetini günlük çabalarıyla kazanmaya çalışıyor. Ben her ne dedimse de döndüremedim. ‘Tâgutî düzende, kanunlar çerçevesinde yaşadığımız için’, bizi müşrik olarak görüyor ve o kanunlardan kaçarak sürdürüyor hayatını… Girdiği bir çok bütün tarikat ve cemaatleri şirk içinde gördü.. Sadece Necd âlimlerini kabul ediyorlar.. Ahmed bin Hanbel, İbn Teymiye, M. Abdulvehhab gibi..

Oğlum beni, ben oğlumu, birbirimizi kurtarmaya çalışıyoruz, ama, nasıl ve neden? Çok üzgünüm, sıkıntıdayım. Ne yapabilirim?

*SEÇ: Zor bir soru ve zor bir konu.. Hemen hazır reçeteler sunmak kolay yoldur. Ama, bu gibi birçok gençler var ki çevremizde, hakikati arıyayım derken, hakikat adına, tek bir noktaya takılıp kalıyorlar. Ve hakikat aşkına her şeyi fedâ etmek gerektiğini söylüyorlar.. Ama, bu ‘hakikat aşkı’ adına dile getirdikleri,, gerçekten de hakikat midir?

Onların kendileri gibi düşünmeyenleri hemen müşrik saymak, hattâ tekfir etmek gibi eğilim ve aşağılamalarına fazla alınmadan ve de onları aşağılamadan, sadece onları hayatın acı gerçekleriyle nasıl yüzleştirmeliyiz diye düşünmek gerekiyor.. O gibi gençlerle fikrî planda konuşacabilecek bir arkadaş çevresi oluşturmak bu yollardan birisi olduğu gibi, zihinlerinin takıldığı noktanın başka taraflarını ve göstermeye çalışmak da bir yol olabilir. Çünkü, söyledikleri özü itibariyle doğru olabilir, ama, doğrunun tamamı mıdır, onu da düşündürtecek bir fikrî zemin oluşturulması gerekir. Keza, ideali isterken, realiteden de uzak düşmemek gerekmektedir. Yani, günümüz şartlarında sadece ferd planında değil, toplum olarak da yaşanabilecek bir İslamî hayatın nasıl oluşturulması gerektiği konusuna kafa yorulmasının  gereği ve toplumdan uzaklaşıp bir kenara çekilerek, yaşamanın doğru olup olmadığı da güzel bir şekilde konuşulmalıdır, herhalde.. Bu gibi geneçler kendi beyinlerindeki çıkmazlardan kurtulmak için de öyle bir uzleti seçerek rahatlamaya çalışıyorlar, muhtemelen.. Halbuki, Yüce Peygamber (S), uzlete çekilmeyip, küfrün, şirkin hâkimiyet kurduğu bir meydana atıldı ve mücadele ede-ede İslam toplumunun temellerini attı..

İmam Şâfiî, Medine’de bir çok fetvalar verdi, ama Mısır’a gidince, o fetvalarının Mısır şartlarına uymadığını görünce, yeni sosyal çevrede, yeni fetvalar verilmesi gerektiğini söyledi.. İslam’ın herkese göre değişmeyecek temel kriterleri vardır ve inancımızın bu özü korunarak yaşanacak bir dünya oluşturmak zorundayız.. Bu bakımdan, bu gibi geneç kardeşleri dışlamadan, onlara acıyarak veya aşağılayarak bakmadan, yeni bir sosyal çevre ile tanıştırmanın etkili olup, önlerinde yeni ufuklar açılabileceği düşünülebilir herhalde..

-İlhanAğabey, 23 Agust. tarihli Yeni Akit’teki, ‘Türk-İslam sentezinden kürd-İslâm sentezine..’ başlıklı yazısında Serdar Demirel, sizin bir sözünü de aktararak, Ulus devlet ideolojilerinin esnediği, sınırların anlamını yitirdiği bir dönemde bu İslâmcıların İslâm’ın reddettiği bu cahiliye asabiyetinden medet ummaya, yelkenlerini ait oldukları kavmin ırkçı rüzgarlarıyla şişirmeye yeltenmesi ortada trajikomik bir kırılmanın varlığını işaretler. Bölgemizde de bu meyanda garip gelişmeler var.

Yıllarca İran politikalarını kalemiyle savunmuş Selahaddin E. Çakırgil, geçen aylarda katıldığı bir televizyon programında bugünkü İran siyasetiyle Âyetullah Humeyni dönemindeki siyaset arasındaki fark nedir sorusuna; “İran İslâm Cumhuriyeti kurulduğunda İran İslâm’ın emrindeydi. Bugün ise İslâm, İran’ın emrindedir”diye cevaplamıştı. 

Bize göre İran’ın dünkü duruşu da problemliydi. Ancak Türkiye’de İran’ı en içten solumuş ve İran devriminin önderlerini çok iyi tanımış Selahaddin Bey’in bir gazeteci ve düşünür olarak bu tesbiti yapması önemlidir. Bizim de bu köşede İran politikalarına ‘mezhepçilikle mecz edilmiş ulus devlet politikaları’ dememiz İslâm ve Şiîliğin bu ulus devletin çıkarlarına kaldıraç kılınmasından dolayıdır.’ diyordu.. Size nisbet edilerek aktarılan bu söz ilgimi çekti ve son derece mânidar buldum.. O aktarma doğru mu ve ne dersiniz?

*SEÇ: Saatler süren tv. proğramlarında kullandığım bir cümle tam olarak Serdar bey’in aktardığı şekilde miydi, hatırlamıyorum; ama, İmam Khomeynî yle olan ihtilafının sebebi,  İnkılab’ın ilk başbakanı Mehdî Bazergan’a bir fransız gazeteci tarafından sorulduğunda, onun, ‘Khomeyni İran’ı İslam için istiyor, biz ise, İslam’ı İran için.. Küçük bir ihtilaf..’ şeklinde cevab verdiğini hatırlatıp, o ihtilafın küçük olup olmadığı ve İmam Khomeyni’nin o hassasiyetinin günümüzdekiler tarafından da devam ettirilip ettirilmediği konusunu izleyicilerin idrak ve değerlendirmesine bıraktığımı hatırlıyorum.

*

-Salih Keremoğlu: Bir okuyucunun sorusuna cevaben, Celaleddin Rûmî için,‘görüşleri bizim için, hüküm ifade edici ve bağlayıcı bir müctehid, bir öncü durumunda değildir, 800 yıl öncelerde yaşamış bir zata nisbet olunan sözler veya şiirleri üzerinden şer’î hükümler çıkarmak veya hayalet taşlarcasına eleştirmekle de vakit geçirmeyelim.. Bir söz ustasıdır.. Yanlış bulduğunuz sözünü atarsınız, doğrularından varsa alırsınız, istifade edersiniz..’ demiştiniz..

Bu benim de dikkatimi çekti ve hoşuma gitti.. Ağabeylerin olduğu bir yerde tekrarladım.. İki türlü fikir çıktı ortaya..

Birisi, ‘Ne demek o Rumî.. Rum mudur o?’ dedi. Bir diğeri de ‘O büyük zatı Hazret demeden ağza almak edeb noksanlığıdır..’ dedi..  Ben de kaldım ortada.. Ne demeliydim?

*SEÇ: Herkes kendi bulunduğu yerden bakar dünyaya.. Hazret kelimesi, farsçada derin saygıyı, tazîmi ifade için kullanılan bir terim olup, genelde, Peygamberler ve diğer öncü yüksek şahsiyetler hakkında kullanılır. Ama bu kelime, geçmişte büyük kabul edilen ve toplumların seçkin kademelerinde bulunan şahsiyetler hakkında da kullanılmıştır. ‘Halife hazretleri, …Paşa Hazretleri,  …Efendi hazretleri..’  gibi.. Bunu o gibi kimseler hakkında kullanıp kullanmamak kişinin onlara bakışına göre farklı olabilir.

‘O bir rum mudur ki, Rûmî denilir?’ sözüne gelince.. O soru  yanlış bir bilgiye dayanıyor.

Rum, Roma’nın değişik bir telaffuz şeklidir ve yaklaşık 1000 yıl ayakta kalmış olan Roma İmparatorluğunu ve onun hâkim olduğu diyarları ifade eder.. Anadolu da, Roma İmparatorluğunun diyarlarından bir diyar idi ve bu açıdan Diyar-ı Rûm diye anılırdı. Celaleddin, bugün Afganistan’ın  Mezâr-ı Şerif diye anılan Belh şehrinden, yani, Belhî idi.

Anadolu’ya göçünce.. Yeni coğrafyaya nisbet edilerek, Rûmî denilmiştir. 

Yani, rum, bugün bazılarınca anlaşıldığı şekliyle Yunanlı (helen) değildir. Kaldı ki, olsa n’olur? İnsanı insan yapan, soy-sop, neseb değil, taqvâ ve faziletidir, yüce insanî değerleridir.  -Salih: ‘Bizim cemaatten, bizim sülaleden, bizim şehirden, bizim köylü, o olmaz falanca göçmen, bizim mezhebten, bizim meşrebten v.s olmalı..’ şeklindeki asabiyet / taassub duygusu şeytanın mantığı ve yöntemidir.  Üstünlüğün ölçüsü, Allah’a itaat ve sorumluluk bilinci olan takvâdır.

-Murad Kayacan: Ağabey, Ahmed Yesevî miladi 11. yüzyılda yaşamıştır.. Mogol İstilasi ise, 13. Yüzyılda.. Yani 150-200 yıl sonra.. Böyle olunca da, Ahmed Yesevî’nin müridlerine Moğolları frenlemeleri için, ‘kızlarınızı onlarla evlendirin de o barbarlara insanlık öğretsinler..’ gibi tavsiyelerde bulunması uzak ihtimal olmuyor mu?

*SEÇ: O konudaki bir görüşü, merhûm tarihçi Prof. Mükrimin Halil Yinanç’ın 40 sene öncelerde MTTB’deki bir konferans sırasında söylediği söz olarak aktarmıştım.. Tarih bakımından öyle bir öncelik durumuna gelince.. Mogollar müslüman coğrafyalarına saldırırken, birdenbire türememişlerdi. Ahmed Yesevî zamanında da vardılar ve Orta Asya’yı da kasıp kavuruyorlardı ve sonra müslüman coğrafyalarına hücum ettiler. Bu bakımdan, onların o civardaki mezalimine karşı da öyle bir çözüm yolu tavsiye edilmiş olamaz mı?

*

-Süleyman: ‘Angst vor dem Islam? Letztes Jahr sind 70.000 Deutsche an Alkohol krepiert, haben Sie Angst vor Alkohol?’ (İslamdan dehşete mi düşüyorsunuz? Son bir yılda 70.000 alman alkolden nalları dikti.. Alkolden dehşete düşmüyor musunuz?’ cümlesini okudum,  Hagen Rether’den.. Kendi mantığı çerçevesinde, tutarlı bir kıyaslama idi.. Sigaranın açık alanlarda içilmesinin zorlaştırılması gibi yöntemleri ileride alkol içinde yapacaklar belki, ama, fırsat bulabilirlerse..

*SEÇ: Öyle geliyor ki, bu rakam bile az.. Çünkü Almanya’nın nüfusu 82 milyon kadar.. 70 bin rakamı, ederseniz, binde birden bile az.. Alkolizmin Batı toplumlarını nasıl derinden vurduğu gözönüne alındığında, bu rakam, sırf, alkolik olduğu için ölenler için olmalı.. Alkol kullanımı dolayısiyle meydana gelen hastalıklardaki dolaylı etki de unutulmamalıdır.

Kanun yoluyla yasaklamalara gelince.. Elbette zorlaştırma biraz frenleyebilir, ama toptan değil.. Üstelik yasaklara insanların daha bir meylettekileri de unutulmamalı..

1913- 33 arasında, Birleşik Amerika’da, tam 20 yıl kesin bir alkol yasağı uygulandı.. Ama, insanlar, en akıl almaz şeylerden, en akla gelmez yöntemlerle evlerinde, izbe yerlerde içki üretmeyi yine başardılar ve sonunda görüldü ki, kanunî yolla başa çıkılması olacak şey değil, serbest bırakıldı. Müslüman coğrafyalarında inanç açısından yasak olduğu için, alkolizm o kadar derin bir tehlike değil..

-bekir ziya: 23 Ağustos, Operasyonlarda hassasiyet gosterilmesi gereken bazi konularda zaafiyetler var, maalesef.. Özellikle belli goruse mensup bazi ozel harekatcılar, ırkçı sloganlar atarak, ırkçı sarkilar çalarak isi amacindan saptirmaktadirlar. Bolge halkinin nefretini ceken bu gibi sahislar ikaz edilmeli veya işten el cektirilmelidir. Aksi takdirde, 90’lara dönme riskleri olusabilir!

-Mûsa: Ben Diyarbekir ve diğer yerlerde halkı yakından gözlemleyen birisi olarak belirteyim ki, halk, önceki zamanlardaki gibi korku için de değil.. Onlar, güvenlik güçlerinin sadece silahlı kişilere karşı olduklarını biliyorlar, işinde-gücündeler.. Üç cadde ötesinde, bir çatışma oluyor, bombalar patlıyor, burada insanlar pastanelerde, kahvelerde veya işyerlerinde günlük hayatlarını sürdürüyorlar. Geçmiş uygulamalarla kıyaslanamıyacak bir güzel durum..

-Abay: 21 Ağustos, ’7 Haziran seçimlerinde 980 bin oy alan bir küçük partinin, aynı kökten gelen ve beslenen AK Parti’ye destek vermesi gerekir..’ denilirken, bunun gerçekleşmesi için AK Parti’lilerin de onlara bir teklif götürmeleri gerekmez mi? Evet, 1 Kasım için bir seçim ittifakı yapılmalı, ama, basiret ve feraset iki taraftan da beklenmeli değil mi?

*SEÇ: Hesabın, şu veya bu partinin kazancı üzerine yapılacağı bir zaman diliminde değiliz. Önemli olan, müslüman halkın, kemalist-laik rejimin 90 yıllık ceberrutluğundan sonra, son 10 küsur yıl boyunca kazanılan mevzileri kaybetmemesidir. Yanlış uygulamalar mı? Evet, önlemeye çalışalım, ama, bu durum her zaman olacak.  Ama, kazanımlar elden bir çıkarsa, o eski zorbalıklar hortlayacak, zorbalara gün doğacaktır.. Böyleyken, kendisini müslüman bilen kimselerin hâlâ basit siyasî kazanç hesabları içinde olmaması gerekir.

*

dirilişpostası

Bu yazı toplam 857 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar