Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Bölgemizdeki Son Gelişmeler ve İran Satrancı..

Önce, müslüman coğrafyalarının genelindeki kahredici son gelişmelere kuşbakısı bir bakış..

Geçen hafta, Akdeniz’de İtalya’nın Kuzey Afrika sahillerine en yakın noktası olan ve Tunus’un doğu sahillerine 200 km. uzaklıktaki Lampedusa adasına sığınmaya çalışan ve büyük çoğunluğu müslümanlardan oluşan 500’den fazla insanın teknelerinin batması sonucu, 150 kadar insan kurtarilabildi, 200 kadarının cesedine ulaşıldı, geride 150 kadar daha kayıp..

Bazı mahfillerde biraz ‘vah-vah..’ yükseldiyse de, Almanya gibi güçlü ve zengin ülkeler bu gibi iltica akınlarından korunmak için alacağı tedbirlere daha bir öncelik ve ağırlık veriyor.

*

Irak’da her gün meydana gelen ve ortalama 50 civarında insanın hayatına mal olan patlamalar devam etti ve 5 Ekim günü meydana gelen patlamalarda 120 insan hayatını kaybetti. (Bu kez öldürülenlerin büyük kısmı, bir mezhebe mensub olanlar imiş.. Başka günler de başka mezhebden olanların çoğunlukla olduğu katliâm haberleri gelirken, İran’da yayınlanan ve bir devlet gazetesi Keyhan’ın, -ölenlere insan olarak değil de- hadiseyi sadece bir mezheb zaviyesinden görüp, ‘...şu kadar şiî öldürüldü..’ diye manşetten vermesi ve bu ölümlere, hayatını kaybedenlerin şu veya bu mezhebden oluşuna göre bakmak veya bakmamak, o patlamalardan hiç de geri kalmayan bir diğer faciadır..)

Hergün tekrarlanan bu kanlı tablolar karşısında, Mâlikî Hükûmeti, bu işin üstesinden gelemiyeceğini yine de kabullenmek istemiyor ve eline geçen ‘hükûmet’ fırsatını, Amerika’nın da gözyummasıyla, mezhebî ayrımcılığı daha bir derinleştirmek yönünde sürdürüyor. Birileri de bu konuya, insanlar ölmüş / sakat kalmış, umurlarında olmaksızın, şu veya bu mezhebin faydasına olabilecek yarınlar hayaliyle seyirci kalıyor.

Dünya kamuoyu açısından bu kanlı tablolar o kadar sıradan ki, kimsenin umurunda değil..

*

Suriye’de, belirlenebildiği kadarıyla hergün, en az 70-80 kişinin öldüğü ve üç seneye yakın zamandır devam eden iç-savaş, bir diktatörün kendisi ve hanedanının, mensub olduğu yüzde 12-15’lik azlık inanç kesiminin ve bu ülkedeki 50 yıllık Baas diktatörlüğünün saltanatını sürdürmek için ne kadar kesin kararlığı olduğunu göstermek isteyen Beşşar Esed’in bütün bir ülkeyi baştan başa harabeye çevirmek pahasına cinayetlerine devam edeceğinin bir işareti..

Amerikan emperyalizminin saldırısına engel olabilmek için, imyasal silahların imhası dayatmasına boyun eğmesinden dolayı, Amerikan Dışbakanı John Kerry’nin ve aradından da Rusya lideri Putin’in, sözkonusu silahların imhası konusundaki işbirliğinden dolayı Beşşar Esed’i övmesi, bir daha gösteriyor ki, onlar için önemli olan, yüzbinden fazla insanın ölmesi değil, İsrail rejiminin tehlikeden uzak tutulmasıdır.

Bu kanlı savaşın içinde daha bir radikalleşen unsurlardan İslamcı eğilimli olanların kazanması ihtimali karşısında, Amerikan emperyalizmi ve İsrail rejiminin Beşşar’ı tercihine şaşmamak gerekir. Rusya ki, zâten baştan beri Beşşar’ı destekliyor. Böyleyken, orada yüzbinden fazla insanın ölümü onlar için dert mi yani? Öyleyse, diğer silahlarla öldürmelere, devam!!

Yani, emperyalist-şeytanî güçlere göre, bu kanlı boğuşma yıllarca da devam edebilir ve etmelidir.. Çünkü, zayıflayan, eriyen, Suriye’nin müslüman halkıdır, müslüman halkın bütün değer ve zenginliklerinin tahrib edilmesidir.

Dünya kamuoyu da, duruma sadece siyonist İsrail rejiminin lehine olup olmayacağı açısından baktığı için, onbinlerin, yüzbinlerin öldürülmesine, milyonların perişanlığına, hemen bütün şehirlerin ağır hava bombardımanları altında virâneye dönüştürülmesine bakmıyor bile..

*

6 Ekim tarihi, Mısır’da 1973-Ramazan Savaşı’nda elde edilen zaferin 40 yıldönümü idi.

İsrail rejiminin nice cinayetlerine gözyuman ve askerî zaferlerini ise, olabildiğince abartılı şekilde dünyaya yansıtan uluslararası haber imparatorluğu, bu Ramazan Savaşı’ndan pek bahsetmezler. Bunun için, zannedilir ki, o, küçük bir savaş idi..

Hayır.. Son derece büyük bir savaş idi ve Mısır ordusu, İsrail rejimi karşısında -geçmişteki üç büyük savaşta alınan ağır yenilgilerden sonra- ilk kez bir zafer kazanıyordu. İsrail rejimi, o kadar güç durumda kalmıştı ki, Haziran-1967’deki 6 Gün Savaşı’nda İsrail’in ele geçirdiği Sina Yarımadası kurtarılmış ve sionist rejimin ordusu perişan olmuştu. Sina Kaplanı diye anılan General Sa’deddin Şazlî komutasındaki Mısır birlikleri geçmişteki bütün yenilgilerin hıncını da almak istercesine İsrail rejimi mevzilerine doğru hızla ilerliyorlardı..

O hengamede, dönemin İsrail başbakanı Bn. Golda Meir, o zamanki Amerikan Başkanı Nixon’a, ‘İsrail’i kurtarmak için nükleer silah kullanmaktan başka bir çarelerinin kalmadığı’nı bildirmiş ve durum Nixon tarafından Enver Sedat’a bildirilince, o da, ‘Biz İsrail’i karşı savaşıyorduk. Ama, savaşı sürdürürsek, Amerika’ya karşı da savaşmış olacağız. Ve ben Amerika’yla savaşmıyacağım..’ diyerek, Mısır ordularının ilerlemesini durdurup, ‘ateş-kes’i kabul etmek zorunda kalmıştı.

Bu sene o zaferin 40. yıldönümü idi.

Ancak, o zafer yıldönümünde, Mısır’ın halkından büyük kitleler, serbest seçimle iktidara gelen ilk Mısır cumhurbaşkanı olan Muhammed Mursî’nin iktidardan uzaklaştırılmasıyla sonuçlanan askerî darbeye protestolarını bu zafer şenlikleri dolayısiyle tekrar ortaya koyunca ve darbe yönetimi, halk üzerine yine ölüm yağdırmaktan kaçınmadı ve ilk belirlemelere göre, 60 yakın insan öldürüldü, yüzlercesi de yaralı.. Yüzlercesi de zindana atıldı..

Dünya kamuoyu bu kanlı tabloyu da bakmadı bile..

*

Afganistan’da, geçen hafta yapılan silahlı çatışmalar sonunda, bir günde Tâlibân örgütüne mensub olduğu bildirilen 110 kadar insan öldürüldü.

Hayret, Hâmid Karzaî de, 8 Ekim günü yaptığı konuşmada, kendisini iktidara getiren ve 10 yıldır o makamda tutan Amerikan emperyalizmine karşı ağır eleştirilerde bulundu.

Yemen, Sudan ve Libya’da da durum pek farklı değil..

Pakistan’da da ekim başında, bir kiliseye yapılan bombalı saldırıda 100 kadar insanın hayatını kaybetmesi veya Kenya’nın başkenti Nairobi’de bir alışveriş merkezine yapılan, Somali’li ‘eş’Şebab’ örgütünün üstlendiği ve 70 kadar sivil insanın ölmesiyle sonuçlanan kanlı baskın ise, dünya kamuoyunda günlerce gündemden düşmedi.

Aynı şekilde, Nijerya’da da, müslümanlar ve hristiyanlar arasındaki kanlı çatışmalarda ölenler hristiyanlar olduğu zaman, dünya kamuoyunun ilgisini çekiyor.

*

Ortadoğu ve Kuzey Afrika müslüman coğrafyalarında sükûnetin hâkim olduğu yerlerde ise, büyük ekseriyetiyle, diktatörlük rejimleri hükümferma olup, insanlara göz açtırmıyor.

Ama, bu kanlı boğuşmalar karşısında, kitleler, geçmişteki diktatörlükler zamanındaki durumu mumla aradıklarına dair görüntüler vermek durumunda kalıyorlar..

Irak’lı, Kerkük’lü bir dost geçenlerde, gidip geldiği Irak’ı anlatırken, insanların Saddam zamanını aradığını söylemekten elem çekerek sözediyordu. Çünkü, insanlar sokakta, hastahenede, pazarda, okulda işleri-güçlerindeydiler. Sadece, Saddam rejimiyle problemi olanlar, Saddam tarafından eziliyorlardı. Bugün ise, herkes, nereden geleceği belli olmayan bombalı saldırılara maruz kalabileceğinin korkusu içinde ve yüzlerce insan hayatını kaybederken, dünyanın umûrunda değil..

Halbuki, başka yerlerde, yılda bir, bir veya birkaç kişi ölse veya yaralansa, dünya kamuoyunun yönlendirdiği toplumlarda, yürekleri sızlatan çok insancıl, çok hümanist tavırlar takınıldığı görülür. Dahası, emperyalist güç odakları, bütün bu kanlı sahneleri tezgahladıktan sonra, coğrafyalarında kendilerinin gönderdikleri silahlarla ortaya çıkan bu kanlı tablodan da ‘müslümanlar’ı sorumlu göstermenin kurnazlığı içindeler..

*

Bu değinilerden sonra, gelelim, İran’ın taraf olduğu tuhaf, ilginç satranç oyununa..

 

İran iç ve dışsiyasetinde oynanan satrançta kim mat olur?

İran, satranç oyununun anavatanı olarak bilinir.

Ama, caferî fıqhının ulemâsı, geçmiş asırlarda bu oyunun haram olduğuna hükmetmişlerdi.

Ne var ki, İmam Khomeynî, ömrünün son senesinde, satrancın, bir kumar olmadığını, her şeyin açıkta oynandığını, şansa yeree bırakılmadığını ve bir zihin jiminastiği olduğunu belirterek, -bir alıp verme olmaksızın oynanması halinde- caiz olduğuna dair bir fetvâ yayınlamıştı.

Bu fetvâ, bazı çevrelerde o kadar derin sarsıntılar meydana getirmişti ki, Qum şehrindeki medreselerde okuyan onbinlerce ‘talebe’, ‘Merg ber şatraçbâzân! / Satranç oynayanlara ölüm!.’ diye protesto gösterileri bile yapmış ve bunun üzerine, İmam Khomeynî, ‘Bre mütehaccirler, taş kafalılar, satranç oynanmasının haram olmadığını söyleyen burada, ve ona bir şey söylemiyorsunuz, satranç oynayanlara ölüm.. diye bağırıyorsunuz..’ diyerek bastırmıştı o itirazcıları..

*

Satranç, evet, herkesin herşeyi açıktan oynadığı bir zihin jimnastiği egzersizidir. Oyunun iki tarafına da, kendi krallarını, ‘şah’larını korumak için, gerekirse, diğer bütün her şeyi fedâ etmeyi, bu yolda takib edilecek her türlü taktik ve stratejileri öğretmektedir.

Oyunun iki tarafında da, ‘şah’ı korumak üzere savaşan vezirler, kaleler, filler, atlar ve de piyonlar vardır.

Şah’ın korunması mücadelesinde, vezirler çaresiz kalır, kaleler kaybedilirse, filler ve atlar devre dışı bırakılırsa, piyonlar vardır. Piyonlar, gerektiğinde hemen vezirin de yerini alır, fil’in de, kalenin koruyucusu da olabilir.

Sonunda çaresiz kalan, korumasız kalan tarafın ‘şah’ı esir alınır.

Bu yenilgiye ‘mat’ denilir ve türkçedeki ‘mat olmak’ da buradan gelmektedir. Çeşitli ‘mat’ şekilleri vardır ki, bunların en meşhuru, hiç beklenmedik anda, rakibini devre dışında bırakan bir oyundur ki, ‘Dilârâ matı’ olarak anılır.

İran da, bugün hem içerde, hem dışarda, bir ilginç satranç oynamakta.. Bakalım, sonunda kim ve nasıl mat olacak? Ve bu oyunun korunması gereken ve uğrunda gerekirse diğer bütün güçlerin fedâ edilebileceği ‘şahı kim veya ne’dir?

*

Bugün oynanan satrancın içte ve dışta sahnelenen iki tarafı bulunmakta..

Dışarda Amerika’ya karşı.. Bu, çok büyük problem değil ve 30 küsur yıldır biliniyor zâten..

İçerde ise.. Uzunca zamandır oynanan bir tuhaf satranç var ki, asıl ilginç ve çetin olan da bu..

Hele de, Hasan Ruhanî’nin C.Başkanı seçilmesinden sonraki durum itibariyle..

Bu iç satrancın, bu noktaya nasıl gelindiğinin hatırlanmasında, -ilgilenenler için- fayda var.

*

Önce, şunu belirlemek gerekir.

İslam İnqılabının gerçekleştiği günlerdeki kadrolardan bugüne, en üst mertebeden geriye kalan iki isim var: Hâşimî Refsencanî, Seyyid Ali Khameneî.. İkisi de, âyetullah unvanlı..

Refsencanî, Doğu İran’da, Pakistan yolu üzerindeki Refsencan şehrinden.. Khameneî ise, Tebriz’in güneyindeki Khamene kasabasından..

İmam Khomeynî, Huseyn Ali Muntezerî, Muhammed Huseynî Beheştî, Murtezâ Mutahharî, Muhammed Mufatteh, Muhammed Ali Recaî ve daha onlarca seçkin öncü isim ve diğerleri -çoğu, suikasdlerle olmak üzere- hayattan çekildiler.

Refsencanî ve Khameneî ise.. İkisi de de ağır suikasdlerden kurtulmuş iki isim.. Refsencanî, 1980 yılında uğradığı bir suikasdden ağır yaralı olarak ve bir böbreğini kaybederek çıkmıştı; Khamaneî ise, Haziran-1981’de, Tahran’da bir mescidde vaaz ederken, sesini kaydeden teyplerden birine yerleştirilen bombanın patlamasıyla ağır şekilde yaralanmıştı ve sağ elini bugün de kullanamamaktadır.

*

Bugün hayatta kalan bu iki öncü isimden Refsencanî ile Khameneî arasında ise, bazan görüş farklılığı olabilmekte.. Ki, iki kişi arasında zaman zaman görüş farklılıkları ve ihtilafları olması tabiîdir. Ancak, bu iki isim, 50 yılı aşkın bir zamandır birbirlerini tanımakta olup, aynı hedef için çetin mücadelelerden geçmiş isimlerdirler.

Ama, İran toplumundaki veya dışındaki bazı çevrelerin İran üzerine yaptıkları planlarda bu iki isim üzerinde oynama, yatırımlarını onlara yapma eğilimi hep vardır.

Tabiatiyle, o dönemde, İran’ın 8 yıl süren ve yüzbinlerin erimesine ve korkunç maddî tahribata yol açan İran- Irak Savaşı’nı yaşadığı ve Khameneî’nin, o savaşın ilk yılı hariç. Diğere bütün dönemlerinde cumhurbaşkanı olduğu da unutulmamalıdır. Refsencanî de, Meclis Başkanlığı’nı uhdesinde bulunduruyordu, ama, denilebilir ki, ülkenin yönetimi, fiilen İmam Khomeynî adına onun tarafından yerine getiriliyor gibiydi.

Bu makam farklılığına rağmen, fiilî yetkiler açısından ortada bir takım görüş farklılıkları da olabilirde, tabiatiyle..

Nitekim, İmam Khomeynî’nin son dönemlerinde, bu ikisi arasında, mülkiyet konusunda ortaya çıkan fıqhî ihtilafın, televizyondan da yayınlanan Cuma hutbeleriyle aylarca devam etmesi meşhurdur ki, sonunda Khameneî, kendi görüşünün İmam’ın görüşü de olduğunu belirtince, İmam Khomeynî, Khamaneî’nin görüşünün kendi görüşüne aykırı olduğunu belirten bir açık mektubu, televizyonlardan da yayımlatarak duruma müdahale etmişti. Ki, o mektub, bugün maslahat gereği, pek hatırlanmaz. Khameneî’nin, o durum karşısında nasıl bir tepki vereceği merak edilirken, o, yine Cuma hutbesinde, ‘O bizim İmamımız, Rehberimiz, ve üstadımızdır; ben onun elinden irşad olunmakla iftihar ederim..’ tarzında bir ifadeyi açıkça dile getirerek, mes’eleyi daha farklı noktalara çekmek isteyenlere fırsat vermemişti. Halbuki, İmam Khomeynî’nin o açık mektubuyla, zâten C. Başkanlığındaki son aylarını geçirmekte olan Khameneî’nin artık itibardan düştüğünü söyleyip umuda kapılanlar veya umutsuzluğa düşenler olmuştu.

Bu arada, Mart-1989 ortasında, İmam Khomeynî, yıllarca önce Rehber Vekili olarak belirlenmiş olan Âyetullah Muntezerî’yi azletmişti. Böylece, İmam’dan sonra Rehberlik makamına, yerine kimin getirileceği konusunda değişik isimler düşünülüyordu, elbette..

İmam Khomeynî, 3/ 4 Haziran 1989 gecesi vefat ettiğinde, yerine değişik isimler düşünülürken,

Refsencanî o başka isimlerin yolunu, ‘İnqılab hareketinin içinde olmayan isimlerin bu makama getirilmesi büyük sıkıntılar meydana getirir..’ diyerek kesmiş ve Khameneî’nin seçimini sağlamış ve bu durum, onların 50 yılı aşkın bir arkadaşlığının da gereği sayılmıştı.

Hemen ardından da, Hâşimî Refsencanî Cumhurbaşkanı seçilmişti, halk tarafından..

*

‘Birbirinin ‘hem muvafık, hem muhalifi’ gibi bir görüntüye rağmen..

Savaşta ağır maddî tahribata uğramış olan ülkenin yeniden yapımında, Refsencanî’nin özel bir yeri vardı.. Bunun içindir ki, o, ‘Serdâr-ı Sazendegî / Yeniden Yapımın Başkotmutanı’ olarak anılıyordu. Bu durum, onun, 4’er yıllık iki devre olarak, 8 yıl süren C. Başkanlığı döneminde de sürdü.

Bu arada, Kuveyt’in Saddam tarafından işgali üzerine, Irak- Amerika Savaşı da yaşanmıştı, 1991 Baharı’nda.. Ki, o zaman o savaşta, İran’ı, Amerika’ya karşı Saddam’ın yanında savaşa sokmak isteyen güçlü bir cereyan oluşuyordu İran’da.. Refsencanî, o zaman, denilebilir ki, tek başına direnmişti bu cereyana ve bunun için ‘Amerikancı’ diye de suçlanmıştı.. Halbuki, o, ‘Saddam ve Amerika, ikisi de zâlimdir ve biz iki zâlimin yanında da yer alamayız.’ demiş ve bu tercihine, İmam Cafer-i Sâdıq hazretlerinin Emevilerler - Abbasîler arasındaki iktidar savaşında iki tarafda da yer almayışını örnek göstermişti..

*

Refsencanî, o yeniden yapım sırasında, takib ettiği ekonomik model açısından, İnqılabın gerçekleştiği dönemdeki taleblere uygunluğu çokça tartışılan bir yöntem izledi..

Refsencanî’nin dönemi sona erince.. 8 yıllık C. Başkanlığı sona erince, sevinenler olmuş ve ‘O, Rehberimizin boğazına saplanan bir kemikti.. Artık, iktidarı sona ermekte..’ diyenler .. bu kez, Rehber Khameneî’nin, onu ‘İslam Cumhuriyeti’nin Mashalatını Belirleme Kurulu’ isimli bir üst kurumun Başkanlığı’na getirmesiyle şoke olmuşlardı. Halbuki, bir kesim, onun kenara konulmasını ve ömrünün geriye kalan kısmını hâtırâlarını yazmaya ayırmasını dile getiriyorlardı, mizahla karışık... Başkanlığına getirildiği bu kurul ise, ülke yönetimindeki temel kurumlar arasında bir ihtilaf olduğunda, nihaî kararı verecek bir yetkiye sahib idi.

*

Yeni cumhurbaşkanlığı seçiminde, rejimin temel kurumlarının son derece katı şekilde desteklediği Meclis Başkanı Nâtıq Nurî; -Refsencanî’nin Hükûmetinde- yıllarca İslamî İrşad ve Kültür Baakanlığı yapmış olan Muhammed Khâtemî karşısında bir varlık gösteremiyor ve Khatemî, ilk 4 yıllık dönem için yüzde 70’le, ikinci dönem için ise, yüzde 80’le seçiliyordu. Ama, Khatemî’nin yönetiminin İnqılabın temel değerlerine aykırı netice vereceğine inanan kesim, onun elini-ayağını bağlamaya çalışıyordu.. Çünkü, İnqılab’ın değer ve kurumlarının korunmasında daha hassas olduklarını söyleyen bir kesim, Khâtemî’nin siyasetiyle, İnqılab’ın zarar göreceğini söylüyorlardı. Hattâ, seçimler öncesinde, sırtlarını en etkili makamlara dayayarak dehşetli yazılı propagandalar yapanlar, ‘Khâtemî’nin kazanması, yani Amerika’nın kazanması..’ sloganlarını bile yükseltiyorlardı. Onun için de seçildikten sonra onun elini-ayağını bağlamaya çalışanlar, sistem içinde vargüçleriyle uğraştılar.

(Doğrusu, Ali Khameneî de, 1981-85 arasında ilk dönem C. Başkanlığı’nı yaparken epeyce sıkıntılar yaşamıştı bunun içindir ki, İmam Khomeynî, onun 2. bir dönem için daha aday olmasını isterken, ‘Elim açık olacaksa..’ diyerek yeniden aday olmayı kabullenmişti.

Ve ikinci ödenmede, Khameneî, Mir Huseyn Mûsevî’yi başbakan yapmak istemediğinde, aylarca süren bir hükûmetsizlik dönemi yaşanmış ve ihtilafa nihayet İmam müdahale edip, ‘Mûsevî başbakanlığını sürdürmelidir..’ deyince, bunun üzerine, Khameneî, Musevî’yi başbakanlığa getirmek zorunda kalmıştı. Refsencanî ise, benzer bir durumla karşılaşmamak için, anayasa değişikliğiyle, başbakanlığın kaldırtmıştı..)

*

Muhammed Khâtemî’nin, 1997-2005 arasındaki 8 yıllık C. Başkanlığı’nda, büyük halk desteğiyle seçilmesine rağmen, halka verdiği vaadlerini büyük çapta yerine getiremedi ve sonunda, ‘Halka verdiğimi vaadleri yerine getirmeye kalkışsaydım, inqılabın temel kurumlarıyla zıdlaşma ortaya çıkabilirdi’ demiş, kendisinden böyle bir şeyin beklenmemesi gerektiğini belirterek, bir çeşit ma’zeret beyanında bulunmuştu..

Khatemî’nin C., Başkanlığı dönemi 2005 yılında sona erince..

6 adaydan belirlenmişti.. Bunlardan birisi de, Refsencanî idi. Araya bir 8 yıllık fasıla girdiği için tekrar aday olabileceği görüşü benimsenmişti. Karşısında Mehdi Kerrubî, Ali Laricanî, Mustafa Muîn gibi güçlü adaylar da vardı. Bu adaylar arasında bir de Erdebil Valiliği’nden Tahran Belediye Başkanlığı’na (seçimle gelen değil) tayin olunan Mahmûd Ahmedînejad bulunuyordu.

Sandıklar açıldığında, Refsencanî’nin yüzde 22, diğer adayların ise, yüzde 18 civaında oy aldıkları görülymüştü.. Yüzde 18 civarında oy alanlar içinde en yüksek oyu alan, Ahmedînejad olmuştu.. Öyleyse, seçimin ikinci merhalesinde, Refsencanî’nin karşısına, o çıkacaktı.. O, mustaz’af (hakkları ellerinden alındığı için zayıf duruma düşürülmüş) kesimlerin yeni umudu gibi yükselmiş, Refsencanî ve Khâtemî döneminde, ülkenin yeniden yapım sürecindeki bir takım rahatsızlıklara ve suistimal iddialarına tepki besleyenlerin umudu haline gelen Ahmedînejad, yüzde 63’lerle o kazanıvermişti.. Halbuki, genelde, Refsencanî’nin kazanacağı sanılıyordu.. Bu, bir bakıma, ilk iki yıl içinde kısa devreli C.Başkanı olan Benî Sadr ve Recaî’den sonra, 1981-2005 arasında hep muammem/ sarıklı olan c. başkanlarına da bir tepki olarak da nitelenmişti..

*

Ahmedînejad’ın sahneye çıkıverişi, inqılab için de, halk için de iyi bir fırsat olabilirdi..

Ahmedinejad, fukara halk kesiminden, halkın orta ve alt ekonomik kesimlerinden gelen birisi durumundaydı..

Ahmedînejad’in ilk dönemi, bazı uluslararası atmosferde gürültüler meydana getiren iddialı anti-sionist beyanlarının gölgesinde geçti. Ama, ekonomide, bir iyileşme gösteremedi.. Ve ikinci dönemde, 2009 yılında ise, Ahmedînejad’ın karşısına çıkan adaylar arasında en güçlü isim olarak, 20 yıla yakın zamandır kenarda sessiz duran ve genelde halk arasında sevilen bir isim olduğu kabul edilen eski başbakan Mîr Huseyn Mûsevî vardı..

Ancak, Ahmedînejad, bu seçim öncesinde tv. de canlı yayınlanan bir tartışma proğramında, Mûsevî’e, saygı duyduğunu belirttikten sonra, ‘Benim işim, siz değil, size destek veren ve 30 yıl yolunca ülkeyi soyan, hırsızlayan Refsencanî’yledir..’ deyince.. İşler çığırından çıkmıştı. Refsencanî aday olmadığı halde, ona vuruluyordu..

Refsencanî gibi bir isme hırsızlık nisbet etmek, gerçekte, inqılabı yapan asıl kadroların en azından bir kısmına da yapılan bir saldırı idi.. 30 yıllık bir Refsencanî’ye böyle bir saldırı yapabilmek, her babayiğidin elinden gelmezdi.. İnqılabla hesablaşmak isteyen çevreler bile, bu yüzden Ahmedînejad’a destek vermişlerdi..

Refsencanî, bu durumda kendisine yapılan saldırılara televizyonlardan karşılık vermek hakkının doğduğunu belirterek cevab hakkını kullanmak istediyse de, buna yol verilmedi. Durumu bir mektubla Rehber Khameneî’ye bildirip, duruma müdahale etmesini istediyse de, o da seçim öncesinde sessiz kaldı ve bu durum, Ahmedînejad’ın lehine bir tavır olarak algılandı. Seçimden Ahmedînejad ikinci bir dönem için de zafer kazanarak çıkınca, seçimlerde yolsuzluk yapıldığı iddiaları ortalığı karıştırdı.. Büyük karışıklıklar yaşandı..

İnqılab Rehberi Khameneî, televizyondan da yayınlanan bir Cuma hutbesinde, Refsencanî’ye yapılan ithamların doğru olmadığını, onun ve ailesinin malvarlığında inqılab yüzünden bir artma değil, tersine, bir azalma meydana geldiğini, Refsencanî’yi 50 yıldır tanıdığını, ancak bazı konularda görüş farklılığı yaşadığını, kendisinin Ahmedînejad’a daha yakın olduğunu söyledi..

*

Ve sonrası, Ahmedînejad’ın ikinci 4 yıllık dönemi başladı. Bu dönemde de, Ahmedînejad, bir icraat adamı olmaktan ziyade, bir şiar / slogan adamı olarak göze çarptı ve ekonomi tepetaklak oldu..

Bu arada, dünürü İsfendiyar Rahîm Meşaî’yi Cumhurbaşkanı 1. Yardımcılığına getirince yükselen itirazlar üzerine, Rehber tarafından ikaz edildi ve o da, bir hafta kadar direndikten sonra, durumu onu o makamdan aldı, ama, bu kez de, onu, C. Başkanlığı Özel Kalem Md.lüğüne getirdi.

Ancak, Meşaî’nin ilginç bir düşünce yapısı vardı ve sistem içinde Mehdeviyet inancına kimse o ve Ahmedînejad kadar ağırlık vermemişti.. Bu arada, ‘Zuhûr Nezdîk est / Zuhûr Yakındır!’ isimli ve Mehdî’nin zuhûrunun yakın olduğuna ve Ahmedînejad’ın da Mehdi’nin başyardımcısı olacağına dair konuları dolaylı olarak işlediği ileri sürülen bir CD filminin ülkenin her tarafına milyonlar halinde yayılmasında, Meşaî’nin rolünün olduğu, İstihbarat Bakanlığı’nca ortaya konulunca..

Ahmedinejad, İstihbarat Bakanı Haydar Muslihî’yi azletti ve bu azl haberi, resmî ajans (IRNA) tarafından dünyaya da duyuruldu. Bu azlden hemen sonra ise, Rehber Khameneî, Cumhurbaşkanı’na değil, azledilen Bakan’a açık hüküm vererek, işinin başına dönmesini emredince.. Rehber’le, Cumhurbaşkanı arasında, ciddî bir ihtilaf ortaya çıkmış oldu. Ve, Ahmedînejad, 10 gün kadar kayıplara karıştı..

Sonra, yapılan eleştirilere, Ahmedînejad, ‘Rehber’le ilişkimiz, Baba-Oğul ilişkisidir..’ deyince.. O bile, ağır eleştirilerle karşılandı, Ne demek Baba-Oğul ilişkisi. Nice oğullar vardır ki, babalarına isyan ederler.. Senin ilişkin ancak, İtaat edilen ile itaat eden arasındaki ilişkidir..diye düzeltmeler yapıldı..

Ama, artık, billûr ayna bir kez yere düşmüştü.. Ahmedînejad’ın ikinci dönem tadsız-tuzsuz geçti. O, kendi yerine, yeni dönem Cumhurbaşkanlığı seçimi için Meşaî’yi aday gösterdi.. Ama, Meşaî’nin adaylığı reddedildi.

*

Ama, asıl önemli olan, Refsencanî’nin tekrar aday olması ve bu adaylığın da reddedilmesiydi.

Bu beklenmiyordu, ama, beklenmeyen olmuştu. Refsencanî, özellikle iyice bozulan ekonomik durum için bir kurtarıcı gibi hesab edilmeye başlanmıştı.. Ama, iç dengeleri değiştirebilecek böyle bir seçime yol verilmedi, ileri derecede (79 yaşında ) yaşlı olduğu dile getirilerek, veto edildi.

O, veto edilişini de sessizce karşıladı.. Ancak, bu veto’da İstihbarat Bakanı Muslihî’nin, hak v eyetkisi olmadığı halde, Şûrâ’y-ı Nigehban denilen Gözetleme Şûrâsı’nın toplantısına bizzat gelerek, ‘onun seçilmesi, ülkeye sıkıntılar getirir..’ diye bu veto’yu sağladığı, bizzat Refsencanî tarafından da dile getirildi ve bu iddia yalanlanmadı. Bu veto’da kimlerin etkisinin ve emrinin olduğu da, böylece anlaşılır gibi gibi oldu.. Refsencanî’nin yüksek bir oyla seçilebileceği ileri sürülüyordu..

*

Ruhanî’nin seçilmesi, Refsencanî’nin sâyesinde oldu denilebilir..

Ve yeni dönem seçimlere girildi.

En silik adaylardan birisi de Hasan Ruhanî idi..

Diğer adaylar daha güçlü isimlerdi.. Tahran Belediye Başkanı Muhammed Bâqir Qalibaf, 16 yıl Dışişleri bakanlığı yapan Ali Ekber Velayetî, İnqılab Muhafızları Ordusunun eski Başkomutanı Muhsin Rızaî, nükleer görüşmelerde İran temsilcisi olan Said Celilî ve eski Petrol Bakanı Muhammed Qarevî gibi isimler arasında Ruhanî’nin normal şartlarda oy alması düşünülemezdi.. Üstelik, diğer adaylar muammem / sarıklı değillerdi..

Seçimlerin ilki merhalesinde, iki isim ortaya çıkar, sonra bu iki isim arasında yeni bir tercih ortaya çıkardı..

Plan bu idi..

Ama, veto edilen ve bu durumu da sessizlikle karşılayan Refsencanî, Ruhanî’ye destek verince.. Beklenmiyen oldu ve Ruhanî, yüzde 51’le, ilk merhalede kazanıverdi.

Refsencanî, bu netice karşısında tabiatiyle, memnun olmuş ve ‘Halkın elleri dert görmesin..’ demişti..

*

İçerdeki bu uzuuun satrançtan sonra, bu satranç oyununun dış siyasetteki bölümü ve sonra iç siyasetteki yansımaları da ortaya çıkacaktı, kısa sürede..

Ruhanî’nin seçimi ve hele de Ağustos-2013 sonunda vazifeye başlamasıyla birlikte, İran’dan dünyanın beklentileri de değişivermişti..

O ılımlı mesajlar veriyordu.. Hattâ, Amerika ve İsrail konusunda bile.. Ahmedînejad’ın sert sloganlarından sonra böyle bir ismin gelmesi ilginç bulunmuştu..

Ruhanî, ülkesinin yıllarca nükleer müzakereci ismi olarak, müzakere yolunu seçeceğini gösteriyordu..

İtidal sembolü olarak isimlendirilmişti, tarafdarlarınca..

Yenilgiye uğrayan taraf, ilk şoku atlatıncaya kadar, Ruhanî’ye övgüler düzmeye başladılar, ama, yine de temkinliydiler..

Amerika da, umutluydu..

Ruhanî’nin BM. Genel Kurulu’na katılmak için New York’a gideceği açıklanınca, Obama, onunla görüşymeyi ümid ettiğini dile getirdi. O da, reddetmedi, bu ihtimali.. ‘Siyasette her şey olabilir..’ dedi.. Ayrıca, Ahmedînejad’ın yıllarca devamlı vurguladığı, ‘yahudilere Hitler tarafından ‘holocaust / soykırım’ uygulanmamıştır..’ tarzındaki iddialardan sonra, kendisine bu konuda sorulan bir soruya, Ruhanî, ‘Ben tarihçi değilim.. Ama, böyle bir soykırımın yapıldığı anlaşılıyor ve her kime yapılırsa yapılsın, bütün soykırımlara karşı çıkılmalıdır..’ diyordu.

Ve, bu gelişmeler olurken, İnqılab Rehberi Khameneî de, geçen Şubat ayında, ‘Ben inqılabçıyım, diplomat değilim.. Eline silah almış kimseyle ne müzakaresi yapacaksın?’ diye, müzakere kapılarını kapamışken, şimdi, ‘Diplomasi tebessüm ister, müzakere ister, bazen faydalı sonuçlar da verebilir. Kahramanca bir esneklik ve mülayemet içinde, müzakereyi ben de kabul ediyorum..’ diyordu ve Ruhanî de Amerika’da, ‘İnqılab Rehberi’nden tam yetki almış olarak geldiğini’ söylüyordu..

Ama, Amerika’nın ve Obama’nın beklentilerine rağmen, New York’ta böyle bir karşılaşma, bir el sıkışma olmadı..

Ancak, Ruhanî’nin yeni Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, Amerikan Dışişleri Bakanı John Kerry ile, 34 yıllık bir aradan sonra, İran ve Amerikan dışbakanları olarak bir müzakere masasına oturuyorlardı. Bu arada, Ruhanî’nin, Amerikan Başkanı Obama ile, 15 dakika kadar süren bir telefon görüşmesi yaptıkları açıklanıyordu.

Ancak, bu görüşme isteği hangi taraftan gelmişti, bu hususta da çelişkili iddialar vardı..

Bu gelişmeler olurken, İran parasının iyice zayıflayan değerini yükseltiyor, dolar karşısında riyal güçleniyor, uluslararası ambargolar ve banka işlemlerindeki bir takım sınırlamalar da gevşetiliyordu..

 

İtidal ve ifrat.. Rehber, hangi tarafta ise, öteki ifrat..

Bu sonuçlar, bir devlet gazetesi olan Cumhurî-i Îslamî’de, bir başmakale ile, ‘İşte, itidalin zaferi..’ diye selamlanıyordu.. Halbuki, bir diğer devlet gazetesi olan Keyhan ise, Ruhanî aleyhinde ağır saldırılarını başlamıştı.. İslam İnqılabı Muhafızlar Ordusu Başkomutanı da, Ruhanî’nin Amerika’daki görüşmelerini ihtiyatla karşıladıklarını ifade ediyordu..

Ruhanî, Tahran’a döndüğünde, yüzlerce kişi onu ‘itilalin sembolü’ olarak alkışlarla karşılarken; 100 kadar kişi de, protestolarla üzerine ayakkabı fırlatıyorlar ve ‘şehidlerimizin kanı, Amerika’nın parmaklarından damlarken, bu ne müzakeresi?’ diyorlardı. Ama, bu gibiler, Hz. Ali’nin askerlerinden oldukları halde, ona karşı çıkan ve ‘Khevaric/ Hâricîler’ diye anılan taifeyi hatırlattıklarını ifade ederek, ‘Rehber’in teyid ettiği Ruhanî’ye saldıranları ağır şekilde, itiqadî ölçülerle de suçluyorlardı..

Yine de çoğu kimse temkinliydi.. Çünkü, Rehber bu konuda susuyordu.. Refsencanî ise, ‘Bazıları, müzakereyi teslim olmak zannediyor..’ diyerek, belli kesimlerin yaklaşımına itiraz ediyordu..

Nihayet, geçen hafta, Rehber Khameneî, Ruhanî’nin kendisinden tam yetkili olarak hareket ettiğine dair önceki sözlerine değinmeksizin, ‘Amerika’daki bazı yapılanlar yersiz idi.. Amerika’ya itimad edilemez’ deyince.. Ruhanî’nin itirazcıları vargüçleriyle saldırıya geçtiler.. ‘Yahu, zâten hiç bir devlet diğerine tam olarak itimad edemez.. Her devlet kendi karar , strateji ve maslahatını esas alır..’ gibi sözler ise, zayıf kaldı..

Tam da o sırada, Refsencanî, ‘İmam Khomeynî’nin, ömrünün son demlerinde, ‘Artık bu merg ber Amerika! / Amerika’ya ölüm!’ sloganından vazgeçilmelidir..’ dediğini söyleyince.. Refsencanî daha bir ağır bombardıman altında kaldı ve Ruhanî de Refsencanînin himayesindeki bir cumhurbaşkanı olarak ağır şekilde suçlanmaya başlandı.

Ve 8 Ekim günü Keyhan gazetesi, İran Dışişleri Bakanı M. Cevad Zarif’in samimî bir itirafta bulunduğunu belirterek, ‘New York’ta, benim Kerry ile müzakere masasına oturuşum ve Cumhurbaşkanı’nın da Obama ile yaptığı telefon görüşmesi yersiz idi, uygun değildi..’ şeklindeki sözünü günah çıkartır gibi hava içinde manşete çekiyordu.. İran Meclisi’nin Millî Güvenlik Komisyonu üyesi İsmail Kevserî gibi etkili isimler ise, ‘Refsencanî’nin, Ruhanî’yi ve Hükûmeti kendisi yönetiyormuş gibi bir görüntü vermesini’ eleştiriyor, bundan vazgeçmesini ihtar ediyor ve tartışmalar giderek şiddetleniyordu. Yani, satrancın, Amerika’da oynanan faslı, İran’da oynanan önceki fasılların sonuçlarını ters yönde etkileyecek gibi bir noktaya doğru gidiyor.

Amerikan Başkanı Obama ise, bu gelişmeler karşısında, ‘Ruhanî’nin kendisini riske attığını ve İran’da, Cumhurbaşkanı’nın ilk ve hattâ son karar mercii de olmadığının bir daha anlaşıldığını’ söylüyordu..

 

İç ve uluslararası zeminde oynanan bu satranç nasıl sonuçlanır?

Bu gelişmeler içinde, Refsencanî alabildiğince eleştirilirken - geçenlerde de, Suriye’de kendi halkına kimyasal silah kullananların bunun çetin sonuçlarına katlanacağı’ yönünde bir söz söylediği yayınlanınca da, ağır şekilde suçlanmış ve bazı çevreler onun bu sözü tekzib ettiğini iddia etmişlerdi, ama, görülmüştü ki, onun açık bir tekzibi yoktu ve bu yüzden de, ağır eleştirilere uğramıştı-, şimdi bu eleştiriler daha da şiddetlenecek gibi..

Ki, daha da ilginç olan, onun artık, ‘bir ayağının çukurda, zihni felç olmuş, ne dediğini bilmeyen, hâfızâsı dumûra uğramış, inqılaba ihanet yolunda ilerleyen bir zavallı ihtiyar..’ gibi tuhaf ithamlara bile maruz kalabilmesi.. Halbuki, başka şartlarda, onun durumunda olup da aynı şekilde suçlanabilecek daha birçok kimselerin de varlığı biliniyor..

Bütün bunlara rağmen, ilginç olan, Rehber’in hemen bütün resmî toplantılarda, Refsencanî’yi yanı başında oturtması.. Ki, Refsencanî’ye en ağır eleştirileri yapanlar, Rehber’in en hızlı bağlıları olarak gösteriyorlar kendilerini..

Bu bakımdan, bu satrancın nasıl sonuçlanacağını kimse de kestiremiyor.. Ama, bu satrancın, başta Suriye ve Irak Buhranı olmak üzere bütün Ortadoğu coğrafyasını da etkilediği ve etkileyeceği açıktır. Sonunda kimin mat olacağı ise, zamanla görülecektir.. Ama, her mat olanın mutlaka haksız ve mat edenin de mutlaka haklı sayılamıyacağı, Hakk’ın ve haklılığın ölçüsünün, satranç sonuçlarına benzemiyeceği de açıktır.

haksöz

Bu yazı toplam 1523 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar