Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

"Birliktelik"ten murâd, kalabalık olmak değildir..

*Oldukları gibi görünenlere kızılır mı?: Birisi PKK"nın kurucu üyesi olmak üzere, aynı örgütten üç kadının Paris"te esrarengiz şekilde katledilmesi üzerinde yığınla yorum yapıldı. Fransız güvenlik makamlarından sızan haberlere bakılırsa, kaatilin / kaatillerin, cinayet mahalli olan binanın şifreli giriş kapısının nasıl açılacağını bilecek kadar, onların yakın çevresinden ve hattâ onların şoförlüklerini yapan kimseler olması sözkonusu imiş.. Keza, PKK"ya Avrupa"da toplanan ve yüzmilyonlarla ifade edilen haraç euro"ların bu kadınların elinde olduğu da örgütçe biliniyormuş.. Bu cinayetin, o paraya tamah edenlerce işlenmiş olması ihtimali de giderek ağırlık kazanıyormuş ki, mümkün..

Sözkonusu kadınların cenazelerinin Türkiye"ye getirilmesini müteakib, oradan, kendi doğum yerlerine değil de, Diyarbekr"e gönderilmesi ve orada BDP / PKK tarafından onbinlere yaptırılan bir gövde gösterisinden sonra, Dersim, Maraş ve Mersin"e gönderilmesinin kimlerce istendiği, planlandığı ve niçin böyle bir usûl tercih olunduğunun anlaşılması zor..

Herhalde, Diyarbekr"in barış istediğinin test edilmesi için orası seçilmişti. Bütün bölgede olumlu sonuçlar beklenmiş olmalı.. Netice de öyle oldu, ama, olmayabilirdi de..

Ters bir durum olsaydı, o zaman n"olurdu?

Yani, bir "Yazı mı-tura mı?" denemesi yapmaya gelmiyecek kadar önemli bir konuydu..

Herhalde her türlü ihtimal düşünülmüş olmalı..

Ama, üzerinde durulması gereken ilginç bir nokta daha var..

Ahmet Hakan"ın 19 Ocak tarihli Hürr."deki yazısında‚"Diyarbakır"da eksik bir şey" başlığıyla yazdığı kısa bir notta dikkat çektiği konu, sahi düşündürücü değil mi?

Şöyle diyordu, Hakan:

"ÜÇ tabut...
Büyük bir cenaze töreni...
Yürüyüşler, konuşmalar, sloganlar, pankartlar...
Kocaman bir alan ve onbinlerce kişi...
Fakat bir eksik var:
Uzun tören boyunca...
Her sözcük zikrediliyor ama dini bir tek sözcük bile dile getirilmiyor.
"Allah" sözcüğü geçmiyor mesela, "rahmet" sözcüğü geçmiyor mesela.
"Güneşe uğurluyoruz" falan deniyor ama "Allah rahmet eylesin" denmiyor.
Diyarbakır gibi onbinlerce insanın "Peygamber Mitingleri"ne koşarak gittiği bir şehirde, bu denli kitlesel bir cenaze töreninde dini tek bir sözcüğe yer verilmemesini biraz yadırgadım doğrusu..."

Gerçi, birilerinin kendilerini, hiç bir aldatmacaya gerek duymadan gaayet net olarak ifade etmeleri doğru bir tavırdır; ve alkışlanmalıdır. Çünkü kendilerini oldukları gibi sergilemişler. Ama, Diyarbekir"de Kutlu Doğum Haftaları"nda yüzbinleri toplamakla iftihar edenler ve bu durumu bütün halka teşmil edenler, böylesine laik toplantıları nasıl izah edebileceklerdir?

*Körlerin, ölünce şehlâ bakışlı oluşu hep sürecek mi?

Bir ünlü gazeteci- televizyoncu, iki yıla yakın zamandır tedavi gördüğü kanserden değil de, çok basit sayılan bir safra kesesi müdahalesi sırasında, kalb durmasıyla dünyamızdan ayrılıverdi, geçtiğimiz günlerde..

Tamam, ölüm, bir çok şeyleri alır-götürür, kavgaları bitirir.

Ama, birileri, o ölümleri ve o ölü bedenlerini yeni bir mücadelenin bayrağı haline getirmek ister ve kör ölür, şehlâ / süzgün bakışlı olur ise..

Bu kez de öyle oldu.

Ölen kişi, daha 40 gün öncelerde, kendi proğramlarında, "başörtülü kızları ekrana çıkartmam.." diyen birisiydi.. Bu kişi, 8 Aralık 2012 günü, Bugün tv. kanalının Analiz programında başörtülü muhabir çalıştırma konusunda ilginç bir yaklaşım sergileyip, "Kanalın markası var, başörtü ile kanalın markası zarar görebilir" demişti..

Sözkonusu tv. proğramında sunucu ile onun arasında geçen konuşmalar şöyleydi:

- Eskiden ayrı mahallelerden yaşıyorduk. Laik kesim, İslamî kesimi umacı gibi görürdük, siz de bizi kuyruğu dışarıda mı içeride mi belli olmayan, dinsiz, din düşmanı görürdünüz. Bunun böyle olmadığı karşılıklı olarak ortaya çıkıyor. Artık türbanlıya alıştık.

- Kanalınızda, haber merkezinizde bir tane türbanlı var mı? (")

- Patrondan başörtülü giremez diye bir şey gelmedi. Öyle bir ortamı var ki ortamın türbanlı cesaret edemiyor gelmeye. Bir tane kız şimdi New York"ta döndüğü zaman onu olacağım. "Bana bak, seni türbanlı ekrana çıkartmam.." dedim. (").

- Neye uğraşıyorsunuz kızın başörtüsü ile?

- Kanalın markası var, başörtü ile kanalın markası zarar görebilir.

- Hâlâ takıntılarınız var, bir demokrat olun yaa..

- Evet, takıntılarımız var. Programımda bile geçen farkında olmadan albayım albayım diyorum. Hâlâ bir devlet şeyi var ya..

*

Evet, bu sözlerin sahibi, geçtiğimiz günlerde, Amerikan sermayeli bir tv. kanalında yayınlanan proğramda, sunucunun ile, "İnançlı bir insan mısınız?" sorusuna, "Ben Allah'a inanırım, camiye çok az gittim, yalan söylememe gerek yok. Namaz kılmam, böyle büyüdüm, bu şekilde yetiştirildim. Benim hayatım dinin dışında şey yaptı. Ama, Allah'a inanırım" karşılığı vermişti..

Şimdi, birilerini illâ da Cennet veya Cehennem"e göndermeye çalışmak gibi bir işgüzarlığa düşmeden ifade edelim ki.. Bu kişinin cenazesini kıldıran imam efendi, oradaki kalabalığa hitaben, "Hayatını tam bir müslüman gibi yaşadığına şahidlik eder misiniz?" diye sorarak, yalan söylemeye, yalancı şahidliğe çağırıyor ve o kalabalık da, "Ederiz.." diye karşılık veriyordu.

Bir kişi yalan söyletmeye zorluyor, kalabalık da belki iyiniyetle yalan söylüyordu..

Halbuki, bizzat o kişi, tam bir müslüman gibi bir hayatının olmadığını gaayet net olarak söylemişti ve bu, tevazu" için söylenmiş bir söz değildi..

Nef"î"nin meşhur dörtlüğünü hatırlayalım..

Müftü Efendi bana kâfir demiş,

Tutalım, ben O'na diyem, müselman,

Lâkin varıldıkta rûz-ı mahşere,

İkimiz de çıkarız orda yalan..

Bu beytlerde olduğu gibi bir durumdan söz etmiyoruz, elbette.. Birilerini illâ da bir yerlerde göstermek çabasına girmeye gerek yok.. Kaldı ki, o kişi, "Ben Allah"a inanırım.." diyordu, hayatında.. Ama, "yalan söylememe gerek yok, namaz kılmam, böyle büyüdüm, böyle yetiştirildim, benim hayatım dinin dışında şey yaptı (geçti.)" diye eklemeyi de ihmal etmiyordu. Adam kendisini böyle tarif ediyor, imam efendi ise, cumhurbaşkanı da dahil bütün cemaati, yalan söylemeye davet ediyordu, "" " Bey"in tam bir müslüman gibi yaşadığına şahidlik eder misiniz?" diye..

Bu gibi düşüncesizce tekrarlanan yalanların sorumluluğu yok mu ve müslümana yakışıyor mu, efendi?

Kaldı ki, tekrarlayalım, adam, ""Eskiden İslamî kesimi, umacı gibi görürdük..." diyordu, ekranlardan..

Bu oluşda onun da bir çabası ve sorumluluğu yok muydu?

(Bu arada, sözkonusu gazeteci-televizyoncu"nun başörtüsü konusundaki sözleri dolayısiyle, aynı mantığı, daha önce romancı Ayşe Kulin"in de 27.09.2012 günü, HT."de Söz Sende programında dile getirdiğini hatırlayabiliriz. Kulin, o proğramda, "Türkiye'nin giderek muhafazakârlaştığını ve bu tablonun kendisini korkuttuğunu" söylüyor, içkili mekan bulmanın zorlaştığını anlatıyor ve "Gitgide muhafazakarlaşıyoruz, bu beni korkutuyor" diyordu. Kulin, "Her zaman muhafazakârdık, ama giderek daha da muhafazakârlaşıyoruz. Bu beni korkutuyor. Şeriat gelmesinden falan korkmuyorum. Şeriatın gelmeyeceğine eminim. Ama muhafazakârlaşmak, değişime direnmek iyi bir şey değildir. Toplumların önünü kapatır. Ve erkek her zaman baskın çıkar. Mesela içki içmek iyi bir şey değil, ama hayatın bir parçasıdır. Kimileri dua ederek, kimileri de içki içerek sakinleşir. Sakarya'ya imza gününe gitmiştik. Çıktık, canım soğuk bira çekti. Kilometrelerce yürüdük içki içilebilecek tek bir meyhane bulamadık. Bu bir mahalle baskısıdır, korkutuyor. Biz başını kapayan kadınlara uzun yıllar saygı göstermedik, belki de bunları hakettik. Şimdi onlar rövanşlarını alıyorlar." diyordu..)

*

*Bu hocalar tv. ekranına çıkınca kendilerini niçin kaybediyorlar?

Bir kemalist-laik ilâhiyatçı prof., (Y.N), geçenlerde birisinin kendisine eleştiri yazdığı bir e-mail notu üzerine, sunucu kadının şaşkın bakışları arasında, ağza alınmayacak derecede ağır laflar ediyor, en çirkin çağrışımlı argo kelimelerle karşılık veriyordu.. RTÜK, o kanala 190 bin lira kadar bir para cezası vermiş..

*

Geçenlerde, bir ilâhiyatçı hoca, (A.B)kendisinin görüşüne aykırı bir görüş belirten bir hoca için, toplum huzurunda, "haltetmiş.." diyordu; çok ayıp ve kaba bir şekilde..

Oradaki o uslûbun muhatabı olan ünlü hoca (ARD) da, geçtiğimiz günlerde, HT kanalında kendisine aykırı görüş belirten birisine aynı şekilde kızıyor ve "haltetmiş.." diyordu, ağzını doldura- doldura...

Sonra, bu kişi, sırf, reiting grafikleri yükselsin diye, izleyici celbetsin diye kendilerine sorulan mahrem konulara öylesine acaib ve aykırı izahlar yapıyordu ki, şaşırmamak elde değildi..

O yılların hocası, bu tv. proğramlarında değindiği konulara dair zâten çeyrek asır öncelerde bir kitab yazmış, iddialarını uzun-uzun anlatmıştı, bazılarını da yersiz olarak..

Ama, onlar yetmemiş gibi, şimdi, bir tv. proğramında, çıkıp, daha yaldızlı, daha iç gıcıklayıcı lafları tekrar etmenin mânâsı neydi?

Milyonlarca insanın izlemesi mümkün olan öyle bir proğramda, karşısında ailelerin izleyici olarak bulunacağını nasıl düşünemez bu hocalar? Düşününüz ki, bir ailede, büyük babalar, büyük anneler, babalar, anneler, gelinler, genç kızlar, oğlanlar, torun-torba, herkes aynı odada sohbet ediyorlar ve hocamız da, en mahrem konuları ballandıra-ballandıra anlatıyor..

Hoca, bunları anlatmanın getireceğini düşündüğün faydaların kaç misli tahribat yapacağını, nice duyguları törpüleyip her şey normal imiş gibi bir algılama meydana getireceğini, aile ferdleri arasındaki bağları dinamitleyeceğini düşünemez misin?

Yazık, çok yazık!..

Hele de, -kendi deyimiyle- "ömrünü Kur"an yoluna vermiş olan" kendisine, ağır bir eleştiri yapan bir başka (SA) hocaya, "Onu tenzih ederim.." dedikten sonra, asıl onun bu yorumunun "eşşekçe" olduğunu tv. ekranlarından söyleyecek kadar "nezîh" (?!) bir beyanda bulunabilmesine ne demeli? İslamî ahlâk ve kültüre sahib oldukları kabul edilenlerin sergilemeleri gereken davranış böyle mi olmalıdır?

*

*Tarih ve gerçek şahsiyetler böylesine çarpıtılır mı?

Son zamanlarda, tarihî konulara yeni bir yönelme var.. Bunda, bazıları Türkiye"nin sosyo-ekonomik açıdan son 10 yıl boyunda giderek artan bir güce erişmesinin etkisinin olduğunu ve Osmanlı"nın ihtişamlı dönemlerine bir hayranlık oluştuğunu ve bunun sağlıksız bir tarih seviciliğe dönüşebileceğini belirtirken; bazıları da, kemalist-laik resmî ideolojinin 1930"lu yıllardaki geçmişte her ne varsa onları toptan reddettirmeyi esas alan bir anlayışı esas alıyordu. G. Müjde isimli bir kişinin "Harem" isimli dizisinin de bu yüzden saçmalıklarla dolu olduğu anlaşılıyor.. Tarihteki hadiselerin canlandırırken, hayalî kişilerden istifade edilebilir, ama, şimdi hayatta olmayan ve kendilerini savunmak imkanı bulunmayan gerçek isimler üzerine, hayalî iddialarla bir takım yorumlar yaptırmanız, tarihin tahrifi değil midir?

Bunlar nasıl olur?

"Muhteşem Yüzyıl" diye anılan bir tv. dizisinin kamuoyunu aylardır derinden etkilediği, bilinen bir husus.. Ençok izlenen proğramlardanmış, hattâ yurt dışında bile.. Bu satırların sahibi, onun tek bir proğramını bile izlemek imkanı bulamamıştır. Ancak, yazılanlardan o konu hakkında genel bir kanaat edindiğini söyleyebilir.

"Muhteşem Yüzyıl"da anlatılan, güyâ, Osmanlı"nın en güçlü kabul edildiği ve Avrupalıların Grand Sultan veya Magnifique (muhteşem, sihirleyici) Suleiman diye andıkları Sultan Süleyman dönemi..

Ancaak, böyle bir konuda, tarih bilmediği, tarihçi Prof. İlber Ortaylı"nın da gaayet net olarak "tarih bilmezdi.." belirttiği ve (şimdi hayatta olmayan) bir kadının (M.Akay"ın) yazdığı senaryoda, kendi hayaline göre canlandırdığı sözde tarihî sahnelerinin, topluma, nasıl uyduruk ve tehlikeli bir tarih dersi vereceği unutulmamalıdır.

Özellikle Sultan Suleyman"ın Ukrayna"lı Roksana"nın (Hurrem Sultan"ın) müstehcenliği ve Saray"daki hayatın baştan aşağı kokuşmuşluğunu yansıtmaya çalışılmasının topluma yansıyışına ilginç bir örnek olarak, 27 Kasım 2012 akşamı, HT"deki bir proğrama, 2. Abdulhamid"in torunu sıfatıyla katılan Orhan Osmanoğlu"nun, bu diziden sonra, Süleymaniye Camiinin hazîresini ziyaret eden insanların, orada bulunan Hurrem Sultan"ın mezarına tükürdüğünün görüldüğünü belirtmesini gözönüne getirmek yeter, herhalde..

Evet, bu bile, bu gibi uyduruk proğramların kitlelere ne kadar sağlıksız bir tarih dersi verdiği açısından önemlidir.

Bu tartışmalara o kadar sağlıksız girildi ki, Macar muhtedisi olup, Sultan Suleyman"ın kızkardeşi Hadice Sultan"la evlendirilerek Saray"a damad yapılan ve daha sonra boğdurularak öldürülen Pargalı Makbûl İbrahim Paşa"nın, Padişah"ın hanımı Hurrem Sultan"a âşık olduğu için öldürüldüğü gibi dedikoduların, Solakzâde isimli bir Osmanlı tarihçisinin bir kitabındaki bir dolaylı iddiayı, imâyı ciddî gibi kabul ederek, toplumun hele de muhafazakâr kesimlerine pompalayanlara ne demeli?

*

Ilginçtir, Muhteşem Yüzyıl dizisi, Osmanlı idaresinde asırlarca yaşamış arab ve Balkan ülkelerinden ayrı olarak, İran televizyonunca da satın alınıp gösteriliyordu, tabiatiyle sansürlenerek.. Ancak, bu dizi İran medyasında, hele de stratejik yorumlara ağırlık veren yayın organlarında eleştiriliyordu, ama, konusunun sansürlenmesine rağmen, yine de müstehcenliği çağrıştırdığından dolayı değil, başka açıdan eleştiriliyor ve "Sultan Suleyman gibi, tarihte İran"a çok çektirmiş olan bir kimsenin öylesine temcid olunarak gösterildiği bir filmin yayınlanmaması" isteniyordu.

Tam o sıralarda, Tayyîb Erdoğan da, "Bizim böyle atalarımız yoktu ve hiçbir zaman olmadı.." diye temennilerini de tarihî bir gerçek gibi ortaya koyunca.. Sözkonusu filmin Türkiye"deki gösterimi tehlikeye düşmekle kalmadı; İran televizyonundaki gösterimi de engellendi.

*"Türkiye, Anadolu Beylikleri gibi parçalanacak mı?"

Marmara Üni. öğretim üyesi, Prof. Nurşen Mazıcı 29 Kasım 2012 tarihinde, bir tv. proğramında, "Hiçbir padişahın cariyesiyle nikahı olmadığını" gerekçe gösterip, bundan "Padişahlar veled-i zinadır" sonucu çıkararak gündeme gelmesinden sonra, 17 Ocak 2013 günlü Milliyet"e yazdığı yazıda da ilginç konulara değiniyor ve 'Osmanlı devlet adamlarının jeo-strateji vizyonu kadar ekonomik entegrasyon vizyonları olamamış, fethettikleri her toprağa merkezden bir vali atayarak sadece vergi toplamış, buna da yüzyılımızın (Türk düşünürleri !), anlaşılmaz bir biçimde "Osmanlı'nın Hoşgörüsü" adını vermişlerdir. Anlaşılmazdır; çünkü hoşgörü, insanlararası bir tutum olarak tanımlanabilir ve bir devlet politikası asla olamaz.' diyordu..

Sözkonusu yazısında, Fatih"in büyük bir stratejist devlet adamı olduğuna değinen ve "(") İç siyasete Fatih'in devlet adamlığına gelince: Prof.Dr. İlber Ortaylı'nın belirttiği gibi 3. Roma olarak da adlandırılan Osmanlı İmparatorluğu, iç hukuk sistemini de Roma hukuku üzerine tasarlamış, şer"î hukuku yanında, geleneksel, yerleşmiş Örfi Hukuk'un kanunnamelerini yapan ilk Müslüman Türk devlet adamı olmuştur." diyen Prof. Mazıcı, görüşlerini şöyle sürdürmektedir: "Bu geleneksel örfî hukuk sistemi, öylesine içselleştirilmiştir ki, günümüzde bazı kesimlerin "faşist Kemalist rejim"in bir ürünü olduğunu sandıkları devlet ve devleti kutsama da yine Roma hukuk geleneğinden esinlenerek taa 15. yüzyıldan beri Osmanlı Devleti'nin imparatorluğa dönüşüm sürecinin tutkalı olarak günümüze değin varlığını korumaktadır."

Prof. Mazıcı"nın bir de ilginç sorusu vardır: "(") 10 binlerce askerle gidilip 500 yıl vatan toprağı olarak kalan Balkanlar coğrafyasından 1912-1913 Balkan Savaşları'ndan Osmanlı devleti hezimetle ve 5 milyon ölüm ve göçle çekilmek zorunda kalırken; 200 kişiyle Avustralya, Amerika, Hindistan, Kanada, Güney Afrika'ya giden İngiltere nasıl hâlâ üzerinde güneş batmayan bir Birleşik Krallık kurmuş ve 21. yüzyıla değin de bu varlığını koruyabilmiştir?"

Bu, kenarından kolaylıkla geçilecek bir soru değildir, gerçekten de.. O, kendi sorusuna şu ilginç cevabı vermektedir:

"Çünkü, İngilizler, Sanayi Devrimi'yle birlikte feodalizmden kapitalizme evrilen ekonomilerinin ruhuna uygun bir din ahlâkı (protestanlık) üretip her gittikleri topraklarda dinî misyonerleri aracılığıyla İncil dağıtırken, eğitim misyonerleriyle de İngilizce öğretmiş, öte yandan da kapitalist sisteme sömürgelerini öylesine entegre etmiştir ki, İngiliz sisteminden kopmak isteyen her sömürge, o sistemle birlikte kendi kolunun ve bacağının da gidebileceği farkındalığıyla bu entegrasyonu korumak zorunda kalmıştır."

Oysa, Osmanlı devlet adamlarının jeo-strateji vizyonu kadar ekonomik entegrasyon vizyonları olamamış, fethettikleri her toprağa merkezden bir vali atayarak sadece vergi toplamış, buna da yüzyılımızın (Türk düşünürleri !), anlaşılmaz bir biçimde "Osmanlı'nın Hoşgörüsü" adını vermişlerdir. Anlaşılmazdır; (") Osmanlı'nın izlediği politika, fethettiği toprağın geliriyle ilgilenmek ama o toprakların insanlarını hesaba katmayan palyatif bir politikadır.

Daha sonra, kemalist Türkiye döneminde, milliyetçilik akımının geliştirildiğine dikkati çeken Mazıcı, o siyasetin kaçınılmaz olarak mikro-milliyetçilik akımlarını da ortaya çıkarmasının kaçınılmazlığına değiniyor ve yazısını,: "(") Ne var ki, "2000'lere gelindiğinde mikromilliyetçiliğin etkisiyle ancak yüzde 80'i sistemle bütünleşen, yüzde 20'sinin ayrılıkçı hareketiyle yüz yüze kalınan bir "Kürt sorunu" ortaya çıkacaktır.

Bir yandan yeni yerel yönetimler yasası, başkanlık sistemi tartışmaları ve bölücü hareketin önde gelenleriyle yapılan görüşmeler öte yandan AKP'nin 2023 ve 2071 söylemleriyle oluşturulan stratejisiyle, anılan tarihlere devlet bir bütün olarak mı girecek, yoksa Anadolu Beylikleri gibi parçalanacak mı? Bekleyip göreceğiz." diye noktalıyordu..

Prof. Mazıcı, anlaşılıyor ki, gelecek hakkında epeyce karamsar.. Çünkü, devletin ya bütünlüğünü koruyacağını, ya da dağılacağını öngörüyor. Halbuki, daha başka muhtemel şıklar da dünya kamuoyunda bile tartışılıyor ve Birinci Dünya Savaşı"nın sonrasındaki ağır yenilgi karşısında tarih sahnesinden çekilen 6 asırlık Osmanlı"nın hâkim olduğu coğrafyalarda, aradan geçen bir asra yakın bir zaman dilimine rağmen, huzurun, sosyal düzenlerin bir türlü sağlanamadığı ve Ortadoğu"nun müslüman halklarının gönlündeki değerlerden beslenerek Osmanlı"yı andıran yeni bir gücün oluşumunu tamamlayıp sahneye yeniden çıkması ihtimalinin giderek güçlendiği de ayrı bir konu..

*

"Görelim, meşîme-i şeb"den neler doğacak!" ve, Chomsky..

Amerikan yahudilerinden -ve, zaman zaman sionist İsrail rejimine de karşı eleştiriler getirmesine rağmen, bazı temel konularda İsrail"in yanında yer aldığı da unutulmaması gereken- filozof Noam Chomsky, 18 Ocak günü, Boğaziçi Üni., Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü ev sahipliğinde düzenlenen "Türkiye ve Oluşan Dünya Düzeni' konulu konfrensta yaptığı konuşmada, "Osmanlı önümüze önemli bir ders koyuyor.. Ama, bu kendi kendine olmayacak, çeşitli tercihlerin ortaya konması gerekiyor" demiş..

Ortadoğu'da yaşanan gelişmeler sürecinde, Türkiye"nin aktif rol alabilmesi için önüne çıkan en önemli konunun "Kürd Problemi" olduğunu ifade eden Chomsky, "Öyle bir gün gelecek, bir seyyahın Kahire"den Bağdad'a Bağdad'dan İstanbul'a gideceği günlere geri döneceğiz. Osmanlı"nın geçmiş dönemleri önümüze önemli bir ders koyuyor. Ama, bunlar kendi kendine olmayacak. Çeşitli tercihlerin ortaya konması gerekiyor.. Bu süreçte Türkiye'ye bir rol düşecek, Türkiye de gelecek dönemde kendi yerini bulmak durumunda..

Ancak, bunun için, önce iç yaralarını sarmak zorunda.. Bunun başında Kürd Mes"elesi geliyor. Bunun için bütün mes"ele ve çatışmalarda olduğu gibi, burada da çözümü içeriden bulmak zorunda.. Süreci tıkamak isteyen güçlere rağmen, sürecin devam etmesi önemli. Suriye'de de özerk bir Kürd Bölgesi söz konusu olabilir. Irak'taki kürdlerle konsolidasyon /birleşme olabilir. Bu durum, Türkiye'nin güneydoğusu üzerine etkili olacaktır kuşkusuz.

Öyle bir gün gelecek ki, bir seyyahın Kahire'den Bağdad'a, Bağdad'dan İstanbul'a gideceği günlere geri döneceğiz. Osmanlı'nın o dönemleri bir ders koyuyor önümüze.." şeklinde konuşmuş..

Chomsky"nin bir kehanette bulunuyormuş gibi duran bu ilginç görüşleri üzerinde durulabilecek taraflar da var elbette.. Çünkü, henüz 100 yıl öncelerde böyle bir imkan var idi ve o sahne tahrib edildikten sonra, yerine daha sağlıklı bir sahne de konulamadı.. Bu bir tarih nostaljisi veya kör bir tarih seviciliği gibi de sayılmamalı.. Bu konu, Osmanlıcılık olarak değil, müslüman coğrafyalarının yeniden bütünleşme sancılarını görme mes"elesi olarak ele alınmalıdır.

Ulusal sınırların kaldırılacağı, tek para biriminin geçerli olacağı hayalini yansıtan Avrupa Birliği ideali, 40 yıl öncelerde bir hayal idi, ama, bugün Oslo"dan Atina ve Lefkoşa"ya, Bükreş"ten Lizbon"a, pasaportsuz-vizesiz seyahat imkânı gerçekleşti..

Aynı durum, müslüman coğrafyalarda ve müslümanlar halklar arasında niçin olmasın?

Çekilen bunca sancıların içinden, meşîme-i şeb"den / (gecenin karnından) görelim neler doğacak..

 

haksöz

Bu yazı toplam 1399 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar