Bir Evladın Hatırasında: Said Ramazan ve Hasan El Benna

Bir Evladın Hatırasında: Said Ramazan ve Hasan El Benna

Babam, hocasının İslam adına, sömürgecilik ve adaletsizlik karşısındaki boyun eğmez mücadelesine olan bağlılığından çok sık bahsederdi. Ancak, Al-Banna’nın kararlılığı asla şiddeti haklı göstermemişti,

Hala hatırlıyorum varlığını ve sessizliğini. Akılda ve hafızada takılıp kalan uzun sessizlikler ve çoğunlukla acı düşünceler. Ona sıcaklığını veren keskin gözleri, delici bakışları, iyiliği ve hem kararlılığını, hem bağlılığını, hem de öfkesini taşıyan göz yaşları. Bir çocukken ne kadar çok denedim sözleriyle kalbime eşlik eden güçlü, anlamlı ve sorgulayan gözlerindeki anlamı okumayı. İşte o aynı kelimeler beni uyandırdı, canımı sıktı ve silkeledi. Yalnız değildim. Onu tanıyan herkes onun gücünü hissetmişti. O varlıkların içine işlemişti ve herkesten de aynısını yapmasını beklemişti. Ancak o bunu, merhameti ve zekasıyla yapmıştı çünkü zarar vermekten, incitmekten korkmuştu. Tereddütünde yatan kibarlığı ve çoğunlukla acemiliğiydi.
 İlk zamanlarda, onun yanında dünyanın nasıl yalanlardan, dedikodulardan ve felaket tellallığından beslendiğini öğrendim. İnsanlar ahlaklarını kaybettiğinde, ormana geri dönüp birer çakal oluyor. Babamın etrafında da böyle çok adam vardı. Siyasi çıkarları için onunla savaşan ve iftira atanlar, mesleki kazanç için ona arkasını dönenler ve para için onu satanlar. Onun hakkında çok şey şey söylendi, yazıldı ve uyduruldu, daha önce hiç görmediği bir adamla buluşması gibi, hiç söylemediği sözleri duyması ve hayal bile etmediği komplolarda yer alması gibi. Seyahat ettiği arkadaşlarından birinin sözleri hala kulaklarımda yankılanıyor. “Baban bir milyarder olabilirdi, krallara yağcılık yaparak bile değil sadece sessiz kalarak. Ancak Allah’ın huzurunda o bunu reddetti ve doğruyu söyledi hem de defalarca, her şeyi kaybetme korkusu olmadan.”
 Ağabeyim Aymen’in neredeyse bin kez anlattığı bir hikayeyi hatırlıyorum, her seferinde gözlerimi yaşartan. Zengin prenslerin olduğu bir yolculuk sırasında onu ve babamı bulan bu hikayeyi duyduğunda on beş yaşındaydı. “Bana vermek istediğiniz o para avucumun içinde, bana gelince, ben sadece Allah’ın emrettiği gibi bana emanet edilen ve insanların kalbine ulaşan için çalışırım.” Yaşadığı tüm maddi güçlüklere rağmen, babam ona teklif edilen yüksek miktardaki paraları reddetti ve bunu Allah’a olan imanı, hakka olan adanmışlığı ve adalete olan sevgisi adına yapmıştı. Aymen bunu hiç unutmadı, bu hikaye onu şekillendirdi ve onun tarafından geleceğe aktarıldı.
 Babası öğretmeniydi
 Babam her şeyi, küçüklüğünden beri ona çok fazla veren, onu eğiten ve koruyan adamdan öğrendi. O adam bu konuda bitmez tükenmez biriydi. Hasan al-Banna, Allah’a ve öğretilerine tamamen adanmışlığıyla, babamın kalbine ışık tuttu ve ona teslimiyetin yolunu gösterdi. Al- Banna’yı hiç tanımadan, dinlemeden ya da sadece okuyarak eleştirenlere karşı babam, onun  yanında maneviyat, sevgi, kardeşlik ve tevazu hakkında ne kadar çok şey öğrendiğini açıklardı. Saatlerce durmak bilmeden, al-Banna’nın yanında oğlu gibiyken ve Mısır’da “Küçük Hasan-al Banna” ya da “küçük rehber” olarak saygıyla bilindiği zamanlardan ona iz bırakan olay ve anları ezbere anlatırdı. Efendisinin adı ne zaman zikredilirse, onun derinlikli inancı, bağlılığı, zekası, bilgisi, açık fikirliliği ve insaniyeti, aklına gelen özellikleriydi.
 Babam, hocasının İslam adına, sömürgecilik ve adaletsizlik karşısındaki boyun eğmez mücadelesine olan bağlılığından çok sık bahsederdi. Ancak, Al-Banna’nın kararlılığı asla şiddeti haklı göstermemişti, tıpkı “İslami bir Devrim” fikrini reddettiği gibi şiddeti de reddetmişti. Tek istisna Filistin’di. Burada ise, al-Banna’nın mesajı açıktı. Irgun teroristlerinin planlarını önlemek ve Siyonist sömürgecilere karşı koymak için silahlı direniş tek yoldu.
 Babamın bir gün dediği gibi, o Hasan al-Banna’dan “alnını yere koymayı” öğrenmişti. Çünkü, duanın gerçek anlamı tevazu içinde tüm bir yaşama anlam vermektir. Onun ayaklarının dibinde, Allah aşkını, sabrı, özenli iş yapmayı, eğitimin ve yardımlaşmanın değerini öğrendi. Ve en sonunda, her şeyi vermeyi öğrendi. Efendisinin 1949’daki suikasti sonrası, öğrendiği her şey birleştirdi ve İslam’ın özgürleştirici mesajına ses vermek için her şeyini feda etti. Tarih, güçlüler tarafından yazılır ve imam Al-Banna hakkında en kötü karalamalar yapıldı. Ama o yazmayı ve onu besleyen gerçekleri söylemeyi bırakmadı. Zorbaların güç sevgisi  ise sadece ölüm,  kan ve işkence getirdi.
 Al-Banna, onu dergisi al-Şibab’ın editörü yaptığında babam henüz yirmi olmuştu. Yirmi birinde, Kudüs’ü savunmak için Filistin’de hizmet etmeye gönüllü oldu. 1948’te, yirmi iki yaşındayken, Dünya İslam Kongresinin Genel Sekreteri makamını alma sözü edildiği Pakistan’a gitti. Ancak, onun kararlılığı diplomatları korkutmuştu. Anayasal sorunlar hakkındaki tartışmalara katılarak ve onagençler ve aydınlar arasında büyük bir tanınırlık getiren İslam dünyası hakkında haftalık bir radyo proragramı yaparak Pakistan ‘da bir süre daha kaldı.
 Uzun ve zor bir yolculuk
 Mısır’a dönünce, kendisini sosyal ve siyasi bir reform kampasına verdi, tüm ülkede seyahatlar etti, dersler verdi ve toplantılara başkanlık etti. 1952’de Al-Şibab’ı örnek alarak Al-Muslimun adlı aylık bir dergi çıkardı ve bu dergide en iyi Müslüman aydınlar yazacak; hem Arapça hem İngilizce yayınlanacak bu dergi Fas’tan Endonezya’ya kadar dağıtılacaktı. Suikastından hemen önce, Hasan Al-Banna takipçilerine ciddi bir uyarıda bulundu: Yol uzun, dönüm noktaları ise acı, üzüntü ve zorluk içinde olacak. Ona eşlik eden herkesin yaptığı gibi, onların yalanlara, aşağılamalara, işkenceye, sürgüne ve ölüme dahi katlanacaklarını biliyordu.
 Babamı bekleyen sürgündü. Nasser onu ve iş arkadaşlarını kandırdı, hapse attı ve idam ettirdi. 1954’te, Mısır’ı terk etmeye zorlandı ta ki 8 ağustos 1995’te tabutunda dönünceye kadar. Diktatörlüğe ve ikiyüzlülüğe karşı yalnız Allah ve adalet için kırk bir yıllık sürgün, ızdırap, teslimiyet ve fedakarlık. Sürgün, inancın en nihai şartı idi. Onun yolu uzun bir yoldu, zorluklar ve üzüntüler ise çok ve tükenmeksizindi.
 İlk olarak, Amerikan emirlerini izleyen Glubb Paşa tarafından şehirden çıkarılmadan önce Kudüs Dünya İslam Kongresi Genel Sekreteri olduğu Filistin’deydi. Sonra, Mustafa al Siba’i ile al-Muslimun’u yeniden çıkardığı Şam’a, daha sonra Lübnan’a ve oradan 1958’te Cenevre’ye ulaştı. 1959 yılında, Cologne da doktora unvanını aldı ve “İslami Yasa: Kapsamı ve Eşitlik” başlığı altında tezini yayımladı. Tezinde, Hasan Al-Banna’nın şeriyat, hukuk, siyasi teşkilatve dini çoğulluk konularındaki temel fikirlerinin sentezini sundu. Bu temel bir kitaptı, İslam’ı evrensel bir referans olarak konumlandırmak adına bir Avrupa dilinde türünün ilk örneğiydi. Yazarın iknası ve kararlılığı dışında açık fikirliliğe olan kesin bağlılığı ve şiddetin asla kabul edilmediğini de yansıtıyordu.
  1961 yılında babam, Muhammed Nasır, Muhammed Asad, Muhammed Hamidullah, Zafar Ahmad Ansari ve Abu al-Hasan gibi aynı davada yer alan inançlı kardeşlerinden öne çıkan figürlerin yardımı ve katılımıyla Cenevre İslam Merkezi’ni kurdu. Bu İslam Merkezi, daha sonra Münih, Londra, Washington ve genel olarak tüm Batıda kurulacak yerler için bir model olacaktı. Buranın amacı, Avrupa ya da Amerika’daki Müslüman göçmenlere dinleriyle bağlantı kuracakları, tefekkür imkanı ve sıcak bir karşılama bulacakları yer olacaktı. Merkez aynı zamanda hiç bir dış sınırlama olmadan İslam’ın tanıtımı, yayımlama programı ve son durumların analizi için bir aktivite noktası olacaktı. Cenevre Merkezi çok sayıda kitap ile Arapça, İngilizce, Fransızca, Almanca olmak üzere kopyalar bastı ve 1967’ye kadar yayımlanacak olan al-Muslimun’u tekrar çıkarttı.
 Babam aynı zamanda,  ilk yasalarını kendi tasarladığı Dünya Müslümanlar Birliği’nin planını yaptı. İnancı tamdı,  o zamanlar Nasser rejimine karşı olduğu Birlik aracılığıyla aldığı Sudi fonlar hiç bir kesin şart, taahhüüt ya da siyasi sessizlik yükümlülüğüyle gelmemişti. 1960ların sonunda, Dünya Müslümanlar Birliği direk Sudi etkisine girdiğinde, finans yardımı İslam Merkezi ve aktivitelerinin onların kontrolü şartına bağlandığında, babam bunu reddetti. 1971’de ise tüm yardım kesildi ancak o zaten hiç bir zaman gitmesi gereken yolun uzun ve zor olduğundan şüphe etmemişti; bu da özgür düşünce ve hareketin bedeliydi.
 Birçok kişi babamı o yıllarda tanıdı ve takdir etti. Çok fazla ülkeye sehayat etti, Malezya’da halka açık olarak konuştu, İngiltere’de, Avusturya’da ve Amerika’da gittiği yerlerde bağlantılar kurarak, kendi derin ve analitik düşüncelerini maneviyat ve sevgiyle alttan destekleyerekuzun süreler kaldı. Mevdudi gibi bir bilge bile kendisini biliçsizlikten uyandırdığı için ona teşekkür etti. Muhammed Asad da Hasan al-Banna’yı tanımasına daha doğrusu onun düşüncelerini derinlikli hissetmesine sebep olduğu için ona minnettardı. Malek Şabbaz (Malcolm X) hiç bir ırkın seçilmiş olmadığını, hiç bir Arabın, hiç bir siyahinin bir beyaza, takvası dışında, üstün olmadığını Cenevre İslam Merkezinin mutfağında öğrendi.
 Malcolm X, bu dersi kalbine öyle işlemişti ki, Şubat 1965’te tam ölümünün arifesinde yazdığı son cümleleri babama atfetilmişti.
 Yusuf İslam (Cat Stevens) ise Londra pansiyonunda onu çok defa ziyaret etmişti ve daha sonraları Said Ramazan’ın harika zekasını ne kadar sık hatırladığını ondan “çok tatlı bir adam” diye bahsederek anlatacaktı. 1993 yılında, Cenevre havalimanındaki bir toplantıda, bir bilim adamı olan Abu al-Hasan al-Nadwi babam için sonsuz bir saygının tüm belirtilerini gösterdi. Onu yıllar sonra Nadwat al-Ulema bölgesi olan Hindistan- Lucknow da ziyaret ettiğimde, Al Nadwi babamın ziyaretlerini ve ona bıraktığı hatıraları derin hislerle hatırladı. Sürgündeyken, siyasi ve maddi sıkıntılara maruz kaldı, küçük -büyük problemlerle kuşatıldı ; kaygılandı ve kendi aklına işkence etti ancak özünü hep korudu yani derin bir imanı, kardeşlik duygusunu, şefkatli gözlerini ve en güzel davranışı.
 İşte odası, bir sürü belge ve dergi yığınları; burda bir telefon, orada bir radyo ve televizyon seti, raflarca kitap-açık ya da notlarla dolu. Dünya onun parmak uçlarındaydı. Onun dünyasına adım atan bir hikayeyle, geçmişle, bir hayatla, üzüntü ve yalnızlıkla değil bir çok hatıranın yanında güncel olayların benzersiz bir idrakıyla karşılaşırdı.
 Babam en uzak yerlerle o teması yani duygusal bağı devamlı korudu. Tacikistan’da, Kaşmir’de, Çeçenistan’da, Endonezya’da, Afganistan’da, Fas’ta, Cezayir’de, Mısır’da, Tunus’ta, Mısır’da ve diğer yerlerde olan neredeyse her şeyi biliyordu. Washington, Los Angeles, Harlem, Londra, Münih, Paris, Karaçi ve Cenevre’de olan tüm gelişmeleri takip ediyordu. Onun ufku bilgiyle daha da kabarıyordu. İşte bu odasında, dünyanın durumundan, yalanlar ve katliamlardan, hapis cezaları ve işkencelerden öyle çok ve yoğun bir şekilde acı çekti ki. Siyasi öngörüsü ise nefes kesiciydi, neden bu kadar korktuğu anlamak kolaydı.
 Bir annenin hediyesi
 Ancak güncel olayların analizini yapmak onun için yeterli değildi. Her şey aslında onu ilgilendiriyordu, teknolojiden tıpa, bilimden ekolojiye. İslam’da esaslı bir reform için neye ihtiyaç olduğunu biliyordu. Her zaman canlı, net merakı sınır tanımıyordu. Tüm dünyayı dolaştı; bundan sonra ise tüm dünya onun odasına gelecekti. Bir zamanlar kalabalıkların, bilim adamlarının, başkanların ve kralların olduğu yerde şimdi sadece gözlem, analiz ve derin üzüntü kalmıştı. Ama onun yalnızlığında, Kur’an vardı, ıssızlığında gözyaşlarıyla karışmış dualar. Evlatlarına zulüm ve sonsuz azim tarihinden sembolik isimler vermişti. Karmaşık bir bağ her birimizi onunla bağlamıştı; onun ayrılmaz dikkatini taşıyorduk, onunla ilişkimizin ve sevgisinin duyarlığını paylaşıyorduk. Aymen de onun başarıları ve yaraları vardı, Bilal de gücü ve kalp kırıklığı, Yasser de duruşu, geniş takvası ve sabrı, Arva da karmaşası ve sessizliği, Hani de ise teslimiyeti ve kararlılığı.
 Her birimizi, kendi özelliklerimize inanmamız için ikna etmişti. Her birimize, bizlere annelerin en iyisini verdiğini hatırlatmıştı ve o kadın, kalbinin tüm incelikleriyle onun bize bıraktığı en değerli hediyeydi.
 Kırk yıldan fazla bir sürgünden, Allah ve adalet için yaşanmış bütün bir yaşamdan sonra, babam son saatinin geldiğini biliyordu. Gecenin en karanlık saatlerinde, sevgi kardeşlik ve merhametten bahsetti defalarca. Allah’a ulaşmadan bir kaç ay önce, üzgün ve yaşlı bakışının tüm gücüyle bana şunları söyledi: ‘’Bizim sorunumuz maneviyat. Eğer bir adam benimle Müslüman dünyasında reform, politik strateji, jeopolitik düzenler gibi konularda konuşmaya gelseydi, ona ilk sorum sabah namazını vaktinde kılıp kılmadığı olurdu.’’Ben de dahil olmak üzere, her birimizin sıkıntıları konusunda çok keskin gözlem yapardı. Bizlere aslolanı unutmamamızı, insanlara nasıl yakın olacağımızı bilmek için önce Allah’a yakın olmamızı tembihlerdi.
 Babam, mücadele ile geçen bütün bir yaşamdan ve zamanla saçları beyazladıktan sonra bana şunu hatırlattı: “Güç bizim hedefimiz değil, onunla yapacak bir şeyimiz yok. Bizim hedefimiz yaratıcının sevgisi, kardeşlik ve İslam adaleti. İşte bu bizim zalimlere mesajımız.” O meşhur odada, gece çok geç bir saatte kendinden söz etti: Allah’la olan bağ onun yolu, maneviyat ise yolun ışığı. Bir gün kendi hayatına geri dönüp baktığında, bana şunları söyledi: ‘’Bizim ahlaki davranışımız, bizim iyi ve kötüyü ayırt edişimiz, zalimlerin, malk, mülk ve makam sevenlerin bize karşı kullandığı bir silah. Onlar, bizim yapamayacağımız şeyleri yapıyorlar; biz yalan söyleyemezken onlar söylüyor, biz ihanet edemezken onlar ediyor ve biz öldüremediğimiz için onlar öldürüyor. Bizim Allah huzurundaki sorumluluğumuz onların gözünde zayıflığımız. İşte bu görünen zayıflık aslında bizim gerçek gücümüz.”
 Mesaja derinden bağlı
 Bu güç ona sonuna kadar enerji verdi. Mesaja derinden bağlı kaldı. Ben, Allah’tan bahsetmenin her şeyden önce sevgiden, kalpten ve kardeşlikten bahsetmek olduğunu onun sayesinde öğrendim. Allah’la yalnız kalmanın insanları ihmal etmekten daha iyi olduğunu ondan öğrendim. Derin üzüntünün birinin Allah’a olan imanını asla tüketemeyeceği duygusunu da yine ona borçluyum. Cömertliği, merhameti ve bilgisi onun en değerli hediyeleriydi. Yanı başında inancın aslında sevgi olduğunu keşfettiğim bu babayı bana hediye ettiği için Allah’a şükürler olsun. Zorluk ve sıkıntı anında Allah ve insan sevgisini.
 Hasan Al-Banna bize şunu öğretti: “Tıpkı bir meyve ağacı gibi olun. Sizi taşlarlarsa, meyvelerle karşılık verin.” Ne kadar güzel öğrenmiş dersini ve en samimi şekilde kendi sözlerine dökmüş. Kalabalıktan uzakta, kendi odasının yalnızlığında, bir an bile nefes almadan Allah için yıllarca savaşmanın ardından, dünyayı seyreden o adamın kelimeleri enerjisini kaynaklardan ve Rabbaniye’den almıştı. Asla Allah, kalp ve onun varlığının hususiyetinden bahsetmekten vazgeçmedi. Aslolanı öğrendi ve insanlara da doğrudan onu öğretti.
 Ve şimdi, ona yolu gösterenin, Hasan al-Banna’nın yanında yatıyor. Allah onlardan razı olsun. Babam sürgünden sadece öldüğünde döndü çünkü zalimler yaşayanların sözlerinden korkarlar. Ancak ölülerin suskunluğu anlam yüklüdür, tıpkı adaletsizliğe uğrayanların duaları olduğu gibi, acı ancak gerçek sözler. Ve Peygamberimiz şöyle buyurmuştur “Biz Allah’tan geldik ve dönüşümüz ancak O’nadır.” 4 Ağustos 1995 Cuma günü, alacakanlıktan hemen önce Allah onu bir adam olarak çağırdı. Bir adam, bir oğul, bir kardeş, bir kayınbaba, bir dede, benim babam. Kalanların tek vazifesi ise günler geçse de kendilerininonun anısına ve öğrettiklerine olan bağlılıklarına şahitlik etmekti. Allah’ı sevmeye, O’nun çağrısına cevap vermeye, insanlarla yanyana yürümeye, yaşamaya ve nasıl öleceğini öğrenmeye, nasıl öleceğini öğrenmek için yaşamaya bağlı kalmak, engeller ve bedeli ne olursa olsun..
 Said Ramazan kırk bir yılını, neredeyse tüm yaşamını sürgünde geçirdi. Geriye kalan ise onun sözleri, görüşü ve kararlılığı. Allah ona merhametiyle muamele etsin, günahlarını bağışlasın ve ona peygamberlerin, takva ehlinin ve adillerin eşliğinde huzur kapılarını açsın.
 Allah bana da çocuklarıma babamın benim için olduğu gibi bir baba olmayı nasip etsin.
 NOT:: 20 yıl önce 4 Ağustos 1995’te babam buradan ayrıldı. Dua edin, lütfen dua edin.