Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Bir Büyük İnkılab’ın 35. Yıldönümünde..

Şah M. Rıza Pehlevî’nin İran’dan, ikinci  ve -bir daha olmayacak şekilde- son kez kaçtığı ve 57 yıllık (baba-oğul) Rıza Şah ve Muhammed Rıza saltanatının ve de Pehlevî hanedanının tarihin çöplüğüne atıldığı İslam İnkılabı Hareketi’nin 35. yılı, geçen hafta  (İran’da kullanılan hicrî-şemsî takvimle, 22 Behmen) 11 Şubat günü görkemli törenlerle kutlandı.

Bu konuda o döneme aid bir çok ilginç  hâtırâ yayınlandı, İran medyasında.. Bunlardan bazıları çoğu kimse için yeni bilgiler mahiyetindeydi. Herkes o büyük harekete kendi bakış açısından izahlar getirmeye çalıştı.. Herkesin kendi anlayışına göre bir takım idealleri vardı, gerçekleşen veya gerçekleşmeyen..

O büyük halk hareketinden bugüne elde kalan nedir diye bir muhasebe yapıldığında, ortaya elbette herkesin memnun olacağı bir tablo çıkmayabilir. Kimisi, konuyu bir isimden ibaret sanabilir; kimileri, asırlarca süren bir saltanat sisteminin ve geleneğinin sona ermesi şeklinde değerlendirebilir. Kimileri, İslam Cumhuriyeti ismi taşımasına rağmen, yeni kurulan sistemin İslam’a mal edilebilirlik derecesini sorgulayabilir.

Ki, bu sistem kurulurken, başta (İnkılab sonrasındaki ilk 9 ayda geçici olarak başbakanlık vazifesine getirilmiş olan) merhûm Mehdî Bazergan olmak üzere, niceleri, yeni rejimin adının Kanûn-i Esâsî’de / Anayasa’da ısrarla Demokratik İslam Cumhuriyeti olmasını istemişti. İnkılabın liderliğini, rehberliğini fiilen üstlenmiş olan ise (merhûm) İmam Rûhullah Khomeynî ise, ’Biz Cumhurîyet’i İslam’la, İslam’ın hükümleriyle sınırlandırdık. Siz ise, İslam’ı ve İslam Cumhuriyeti’ni demokrasi ile sınırlandırmaya kalkışıyorsunuz.. Bize ne demokrasiden?.. İslam’ın tanıdığı hürriyetlerden ne bir kelime fazla, ne bir kelime eksik..’ diyor, bu gibi önerileri kesinlikle reddediyor ve kitleler de, o hassas anda, ancak İmam Khomeynî’nin karizmatik şahsiyeti etrafında gelişen görüşlere itibar ediyordu. Çünkü, aksi halde, ortaya nasıl korkunç bir kaosun çıkacağının işaretleri toplumun her kesiminde hissediliyordu.

Üstelik, o inkılab hareketinin saptırılması, çökertilmesi için, içerde, Şahlık sisteminin çökmesiyle meydana gelen otorite boşluğundan istifadeyle ve kendi emellerine göre bir dünya kurabilmek hayaliyle silahlı mücadeleye atılan (türkçü, kürdçü, beluçcu, türkmenci, arabcı, farsçı vs. gibi) çeşitli kavmiyetçi hareketlerden, komünist hareketlere kadar yayılan bir yelpazede yığınla ideolojik gruplar zuhûr etmişti. Ayrıca, veya belli bir mezheb veya coğrafyaya aid bir özel hal olarak algılanması ve o şekilde tutulabilmesi için, daha ilk ânından itibaren emperyalist- şeytanî güçlerin ne büyük entrikalar tertib ettikleri de, dünyayı az çok takib eden herkes için bilinen bir durumdu..

Dahası, inkılabın düzeninin henüz, silahlı güçlerini kendisine göre oluşturamadığı, toplumun yeniden düzene sokulamadığı bir sırada, Irak Baas rejiminin başındaki Saddam Huseyn’in İran‘a saldırtılmasıyla başlayan ve 8 yıl süren ve her iki tarafdan 1 milyona yakın insanın hayatına mal olan korkunç savaşın insanî ve maddî ağır tahribatı da cabası.. Sonunda, o savaş, 20 yıl da sürse, zafere kadar devam edecek denilmişken, 8. yılında, BM. Güvenlik Konseyi’nin 598 sayılı ateş-kes kararının kabul edilmesi noktasına gelinmiş ve bir bakıma, emperyalist dünyanın dayatmaları karşısında, (İmam’ın deyimiyle) zehir içilmişti. İmam Khomeynî, ’Bizden, savaşı durdurmamız isteniyor, eğer teslim olmamız istenseydi, asla kabullenmezdik..’ diyordu, özetle..

Eğer o savaş olmasaydı.. İnkılabın dünyaya asıl mesajını verebileceği bir gelecek hayal ediliyordu.. Ama, inkılab, ateşle intimah edilmişti.. Belki de, o inkılabı ayakta tutan, o savaş ateşiydi.. Elbette, bu durumun bir takım istenmeyen sonuçları da ortaya çıkacaktı; bu da tabiî karşılanmalıdır.

Ortaya çıkan ağır şartlara rağmen, inkılab, dünyaya mesajını vermeyi sürdürüyordu.. Çünkü, bu büyük halk hareketinin başında bulunan İmam Khomeynî, gayet net olarak, ‘Biz İran’a hizmet edecek bir İslam değil, İslam‘a hizmet edecek bir İran istiyoruz.. İslam‘ın hizmetinde olmayacaksa, bize ne güçlü İran’dan.. Ve biz sahabe mantığıyla hareket ediyoruz, yenilmekten, öldürülmekten, korkmuyoruz, hedefimiz sadece dünyevi ölçülerle zafer kazanmak da değildir; hedefimiz, rızâ’y-ı ilahî’yi kazanabilmektir.’ diyordu.

*

Elbette‚ ’Bugün, o mânâ ve hedeflere ne kadar yakın duruluyor?’ diye bir sual sorulabilir.

Özellikle Suriye Buhranı’nda, İİC. sisteminin, 50 yıllık bir Suriye Baas rejimini ve 45 yıllık bir (baba -oğul) Hâfız / Beşşar diktatörlüğünü, - sionist İsrail rejimine karşı, ’mukavemet cebhesi’ni zayıflatmamak adı altında- desteklemesi başta olmak üzere bir çok hadise ve gelişmeler, İnqılab’ın dünya halklarına ve özellikle dünya müslümanlarına verdiği mesajın rüzgarını -maalesef- kesmiştir. Esasen, emperyalist güçlerin, şeytanî odakların hedeflerinden birisi de buydu.

Halbuki Irak coğrafyasına tıpkı Hâfız Esed’in Suriye’de kurduğu kanlı diktatörlük gibi, aynı ideoloji ve metodla tahakküm eden Saddam Huseyn liderliğindeki Baas diktatörlüğüne karşı 8 yıl boyunca verilen savunma savaşı yıllarında bu inkılab hareketi ve mes’ulleri heyecanla destekleniyorlardı, dünyanın hemen her bir yanındaki ve siyasî mes’elelere İslamî bir dikkatle yaklaşmaya çalışan müslümanların pek büyük bir kesimince..

Bugün ise, daha çok kendi coğrafyasında ve kendi mezhebî anlayışının kozası içinde hareket etmesi yüzünden haklı-haksız bir çok eleştirilere maruz kalan bir noktada bulunmakta.. Bu noktada ne gibi haklı veya haksız eleştiriler yapıldığının hesabını herhalde sadece İnkılab‘ın sorumluları ve tarafdarları değil, karşıtları da yapmalıdır. O zaman belki, ne gibi yanlış değerlendirmeler yapıldığı veya nerelerde ne gibi yanlışlar yapıldığı daha iyi görülebilir..

Bu noktada elbette, İran coğrafyasında yaşayan müslüman halkın, özellikle de son 500 yıldır, müslüman dünyası içinde bir temel bir mezhebî ayrılığı temsil etmesinin de rolü unutulmamalıdır. Ayrıca, -dünyaya sadece tek bir mezhebin çerçevesi içinden bakabildiklerinden-, inkılabın en üst seviyelerdeki liderlerinin, bir cihanşumûl İslamî hareketin gereklerini, kendi mezhebî anlayışlarının dışına çıkarak kavramalarını beklemenin zorluğu da..  

Çünkü, gerek şiîlik ve gerekse sunnîlik, her ikisi de, İslam’ın en doğru, en sahih şeklini sadece kendilerinin temsil ettiklerini ileri sürüyorlar. Yani, nazarî-teorik olarak tek -ve öyle anlaşılması da mantıkî - olan İslam’ın, fiîlen iki temel farklı yorum şeklinde iki anlayış odağı oluşturmasının kabullenilememesi ve her iki tarafın da, İslam’ın gerçek temsilcisinin kendilerinin olduğunu ileri sürmesinin ortaya çıkardığı katılıkla, hiç bir tarafın, ’Biz bu cadde üzerindeki bu ulu İslam ağacının iki büyük ana dalıyız..’ diyemeyişi ve her ikisinin de sadece kendisini doğru ve diğerini yanlışta görüyor olmasının etkisi de esasen ilk planda hatırda tutulması gereken hususlardan bir diğeri...  

*

Bu konuya bu kadar değindikten sonra..

Geçtiğimiz günlerde, daha çok Ortadoğu konusundaki yayınlarıyla ünlü bir uluslararası tv. kanalının çalışanlarından birisinden bir mesaj geldi..  İslam İnkılabı’nın 35. yıldönümü dolayısiyle, bir kısa röportaj yapılması arzusu dile getiriliyordu.

’Önce sorularınızın genel çerçevesini ve yaklaşımınızı bir göreyim..’ denildi..

Sorular gönderildi..

Soruların herbirisine 200-250 ve bütününe de 600-700 kelimeyi geçmiyecek şekilde kısa karşılıklar verilmesini istenmiş.. Sorular şöyle:

’1-    İran İslam devrimi, hem ABD’ye hem de Sovyetler Birliği’ne kafa tutan yönüyle Sünni Müslümanlar üzerinde de etkili oldu. Bugün ise birçok Sünni grup ve cemaat için İran, savaşılacak bir düşman. Nasıl bu kadar köklü bir algı değişikliği olabildi, sebepleri ne?

2-    İran İslam devrimi Türkiye'de İslamcıların devlete bakışını, devletle karşı karşıya gelmeme anlayışını nasıl etkiledi. Aradan 35 yıl geçtikten sonra Türkiyeli İslamcılar İslam-devlet ilişkisini nasıl kurguluyor?

3-    “Ilımlı İslam, Büyük Ortadoğu Projesi, Arap Baharı” gibi kavramların tartışıldığı günümüz Türkiye’sinde İslam devriminin üzerinde yükseldiği temel değerler, İslamcılar açısından hâlâ geçerliliğini koruyor mu?’

Görüldüğü gibi, sorular ilginç.. Ve amma, içinde verilecek cevablar açısından içinde bir takım handikapları bulundurabilecek cinsten..

Bunun için de,  ’Sorularınızın içinde, kısaca izah edilemiyecek ve yapılacak izahları da gölgede bırakacak kadar,  'İran'ın bugün birçok sünni grup için savaşılacak bir düşman gibi görülmesi..' ;  ya da, 'İslamcıların devletle karşı karşıya gelmek / gelmemek konusu'  gibi subjektif unsurlar bulunduğunu düşünüyorum.

Bu konular, etrafında uzun uzun konuşulmayı, tartışılmayı gerektirdiği gibi;  Sünnî, Şiî ya da -çok geniş bir yelpazeye dağılan- İslamcı denilen müslümanlar adına konuşuyormuş gibi bir durumda da olmadığımdan, beni mâzur görünüz..’ şeklinde bir karşılık verildi, hemen..

Gönderilen mukabil mesajda da ilginç tesbitler vardı: ’Kaygılarınızı anlıyoruz, gayemiz zaten aslında verdiğiniz yanıtlarla bu tartışma içindeki soruların bazı ikili karşıtlıklar üzerinden ifade edilemeyeceği nüanslar barındırdığını duymaktı. Soru & yanıt formatı da İslamcıları tek bir çatı altında toplamaktan uzaklaşma adına, farklı isimlerle konuşarak İslam içindeki fikri yelpazeyi yansıtmaktı..’ deniliyordu, bu cevabî mesajda...

*

Tamam, bu gibi, üzerinde uzun uzun düşünülüp tartışılması gereken ve hele de son 35-40 yıl boyunca dünya müslümanlarını derinden ilgilendiren  İslam İnkılabı üzerinde başkalarının kısa sorularla toplumlara yansıtmaya çalıştıkları değerlendirmelerin ötesinde, bizim kendi aramızda olsun, bir takım değerlendirmelerimiz olmalı değil midir?

İran’da 1979 Şubatı’nda gerçekleşen büyük sosyal değişim, sıradan bir devrim veya revolution değil, bir toplumun temel değerlerinin hâkim kılınması mücadelesi mânâsında bir inqılab olarak ele almak gerekiyor.

Şah ve rejimi, İran’da, Kur’anî terimle söylemek gerekirse, bir tâgûtî  güç idi, yani, haksız olarak hükümet eden, tahakküm eden bir gayrimeşrû’ , şeytanî güç.. Ona karşı çıkan halk kitleleri ise, onbinler halinde candan geçmeyi göze alarak, ’Allah’u Ekber!.’ diyorlar ve inançlarına göre bir hükûmet tarafından idare edilmek istediklerini dünyaya haykırıyorlardı. Böyle bir taleb karşısında mezheb farklılığı gibi, İslam’ın yorumlanması farklılığından meydana gelen bir konu öne sürülerek ilgisiz kalınamazdı. Bu yüzden, Türkiye’nin müslüman halkının büyük ekseriyeti İran halkının büyük çoğunluğuyla farklı mezhebden olmasına asla itibar etmedi.

Çünkü,  mezheb farklılığı, bir anayol ve istikamet ihtilafı olarak değil, ara yol ihtilafı olarak alındığında, mes’ele de olmaz.  Doğrudur ki, inkılab mahiyeti gereği, o günkü iki kutublu dünyada hem Amerikan emperyalizmine, hem -o zaman henüz hayatta olan- Sovyet emperyalizmine karşı çıkmak sûretiyle, müstakil bir güç merkezi olarak dünya sahnesindeki yerini alıyordu..

Ama, her şeyin bir anda en ideal seviyede gerçekleşmesi  düşünülemezdi. Ve bu konuya,  mezheb farklılığı gerekçesiyle ilgisiz kalmak, o gün mâkul olmadığı gibi,  bu gün de değildir. Aksi halde yakınılan, eleştirilen mezhebçi tutuma tersinden aynı şekilde yaklaşılmış olunur. İslam elbette ’tek’dir, ama, onun algılanması ve yorum farklılıklarının değişik olması tabiîdir.

Bu bakımdan birilerinin dünlerde de, bugünlerde de, şu veya bu mezhebin bağlılarının karşı tarafı, kendisiyle savaşılacak bir düşman gibi görmesi veya gösterilmek yolunda bir takım niyet ve çabaların sergilenmek istenmesi karşısında, gerekli  mümin feraseti gösterilemezse, o zaman ancak bir akıl tutulmasından, bir basiret bağlanmasından sözedilebilir.

Bugün müslümanları mezheblerini, kavimlerini veya coğrafyalarını kutsamaktan kaynaklanan b ir takım taasssublarla birbirlerine düşman görmek, göstermek isteyen ve birbirine kırdırmak isteyenlerin oyuna gelmemek ve  birbirlerine düşman olmamak için her bir tarafın nice hatalarına rağmen, inadına kardeşliklerini geliştirmek dikkatini kuşanmaları gerekmektedir.

Mehmed Âkif merhûm’un, ‘işte Süleymaniye diye, kubbeyi en en çolpa insanlara göstersen, bir anda onu yerle bir ederler; ama, gel yeniden yap desen, bir Sinan daha lâzım, bir de Süleyman..‘ mânâsındaki sözlerini hatırlayalım.

İran müslümanları, mevcud kültürel birikimi, tarihi arka planı, sosyal yapısı açısından, bu kadarını yapabilmiştir ve bir benzerini daha sağlıklı şekilde ortaya koymanın da sanıldığı gibi hiç kolay olmadığı,  yaşanan nice acı tecrübelerle de ortadadır.

O halde, ne yapmak gerektiğini hepimiz daha bir derinden ve müslümanca düşünmek zorundayız..

haksöz

Bu yazı toplam 1037 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar