Nureddin Şirin

Nureddin Şirin

“Batsın Şu Maslahatçılık Diye Diye İslam'ı ve Ümmet'i Batırmış Olmayalım

"Batsın Şu Maslahatçılık" Diye Diye İslam'ı ve Ümmet'i Batırmış Olmayalım..!

Suriye ile ilgili olarak İslami camida bazı yazarlarımız ve kanaat önderlerimizin negatif anlamda sıkça atıfta bulunup yerdikleri kavramdır "maslahat" kavramı.

Bu kardeşlerimizin ifadeleri ve nitelemeleri, ortada "maslahat" adına işlenen nice suçların ve cürümlerin olduğu intibaını veriyor: Tabi ki burada hedef olan seçilen de İran İslam Cumhuriyeti ve Hizbullah olmaktadır.

Eğer ortada Müslümanların esenliği, izzeti ve onuru pahasına birilerinin keyfi, dünyevi ve şahsi çıkarları için başvurduğu "maslahatçlık" söz konusu ise, gelin böylesi bir maslahatçılığı hepimiz yerden yere vuralım.

Ama bir İslam devletinin dış politikası, diğer bir deyişle İslam ümmetinin geleceği ile ilgili makro plan ve hesapları söz konusu olunca, burada önce oturup bir düşünmemiz gerekiyor; acaba bu politika belli bir kişi, zümre ve grubun dünyevi çıkarları adına Müslümanları ateşin içine salmak mıdır, yoksa İslam ümmeti üzerinde yakılan ateşleri bütünüyle söndürme amaçlı kapsamlı bir stratejinin bir parçası mıdır?

Önce "maslahat" ile tanımlanan konuyu biraz açmak gerekiyor. Adına maslahat dediğimiz nedir? Yani "maslahat" kavramı ile ne kastedilmektedir? Neyin adı "maslahat" konulmaktadır? Yine aynı şekilde bu "maslahat"ın Kur"an"da, Sünnet-i Seniyye"de ve İslam fıkhında –mezhep imamlarımızın ve ulemamızın fetva ve beyanlarında- karşılığı nedir?

Kur"an-ı Kerim"den birkaç örnek verecek olursak:

Birinci örnek:

Hz. Yusuf (a.s)"ın Mısır"da belli bir yetki ve makal sahibi olduktan sonra kendisini tanımayan kardeşlerine karşı, öz kardeşi Bünyamin"in başına bir kötülük gelebileceği endişesi onu diğer kardeşlerinden ayırıp yanında güven içinde tutmak için onun heybesine bir tas koydurtarak, "melikin tasını çalan kişi" konumuna düşürtmesi, ne anlama gelmektedir? Bünyamin gerçekte onun tasını çalmış mıydı? Acaba, onu diğerlerinin gözünde "hırsız" konumuna düşürtüp haksız bir töhmetle onun şahsiyetini mi ezmişti, yoksa onu alıkoyarak onun selametini mi sağlamıştı?

Hz. Yusuf (as)"ın burada başvurduğu bu yöntemin onun kişisel bir kararı yada yanlış bir uygulaması olmadığını da Rabbimiz "biz Yusuf"a bu tedbiri öğrettik" ayeti ile beyan ediyor:

"Sonra onların bütün hazırlıklarını görünce, su kabını kardeşinin yükünün içine koydu. Sonra bir tellal şöyle bağırdı: "Hey kervan! Siz hırsızsınız, hırsız!"

Bunlara döndüler de dediler ki: "Ne arıyorsunuz?


Onlar da dediler ki: "Hükümdarın su kabını arıyoruz. Onu bulup getirene bir yük zahire var. Üstelik o tas bana zimmetlidir".

"Allah'a yemin ederiz ki," dediler, "Muhakkak siz de anlamışsınızdır ya, biz buraya fesat çıkarmak için gelmedik. Biz hırsız da değiliz."

"Peki yalancı çıkarsanız onun (hırsızlık edenin) cezası nedir?" dediler.

"Kimin yükünde çıkarsa, o kendisi onun cezasıdır. Biz zalimlere işte böyle ceza veririz."

Bunun üzerine Yusuf, kardeşinin eşyalarından önce onların eşyalarını aramaya başladı. Sonra su kabını kardeşinin yükünün içinden çıkardı. İşte Yusuf'a biz böyle bir oyun öğrettik. Melikin kanunlarına göre, kardeşini alıkoymasına imkan yoktu. Ancak Allah dilerse o başka. Yusuf Süresi 69-76)

Burada Hz. Yusuf iki seçenekten birini seçti; ya kardeşi Bünyamin"in güvenliği risk altına girecekti, ya da böyle bir yöntemle onun güvenliğini garanti altına alacaktı.

İşte bu, bir "maslahat"tır ki,peygamber"in Allah Tebareke ve Teala"nın öğrettiği ile başvurduğu bir yöntemdir.

Biz burada Hz. Yusuf"a, "bir müminin ihtiram ve şahsiyetinin ezilmesi pahasına bunu yapman doğru mudur?" diye sorabilir miyiz? Ya da; "muhtemel bir tehlikeyi savmak için bir müminin töhmet altında bırakılması o mümine karşı yapılmış bir haksızlık değil midir?" diye sorabilir miyiz?

Eğer Kur"an bizim için burhan ise, bizim menhecimiz, ölçümüz ve miyarımız Kur"an ise, Kur"an"da beyan edilen bu sahne, bir peygamber eliyle "maslahat"a nasıl riayet edildiğini bize göstermiyor mu?

Burada bir müminin, bir kardeşin esenliği adına bu yola başvuruluyor! Peki ya İslam ümmetinin esenliği ve geleceği adına, hususen mübarek ve mukaddes İslam toprakları Filistin'in topyekün kurtuluşu adına uyulacak hiç bir "maslahat" olmayacak mı?

Hz. Yusuf kıssasında bizim için ibret alınacak bir nokta daha var ki, konumuzla bir şekilde ilgili olduğu için ona da işaret etmekte yarar vardır:

Hz. Yusuf (a.s) Mısır"a tam melik olduktan sonra, kendisini kardeşlerine tanıtıp, "Babamla beraber bütün ehlinizi; yani erkek, dişi, büyük, küçük Yakup hanedanından olan bütün kimseleri, bütün ailenizi toptan alıp bana getiriniz" diyor.

Hz. Yakub ailesi ve yakınları ile birlikte Hz. Yusuf"un yanına gidiyor. Hz. Yusuf onları kentin girişinde karşılıyor ve makam odasına alıyor. Bunun üzerine Hz. Yakub ve hanımı Hz. Yusuf"a secde ediyor.

"Ne zaman ki, onlar Yusuf'un yanına vardılar, işte o zaman Yusuf anasını ve babasını kucakladı, yanına aldı ve "Buyurun Allah'ın dilemesiyle güven içinde Mısır'a girin" dedi.

Anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine oturttu ve hepsi birden Yusuf için secdeye kapandılar." (Yusuf süresi 99-100)

Burada Hz. Yusuf"a yapılan secde ile ilgili olarak alimler "tazim-hürmet" maksatlı başın öne eğilmesi halini beyan ediyor. Yani Hz. Yakub (a.s) oğlu Hz. Yusuf"un önünde tazimle eğiliyor.

Burada iki noktaya dikkat çekmekte yarar vardır:

Birincisi; Hz. Yusuf (a.s) Mısır"ın meliki olduğu ve iktidarı bütünüyle elinde bulundurduğu halde, yaşlı babasını, annesini almak için kendisi onların yanına gitmiyor. Bilakis onlara haber göndertip onların kendi yanına gelmesini istiyor. Bu zahiren bir "hürmetsizlik" değil midir? Hz. Yakub da bir peygamberdir ve o peygamber, oğlu Yusuf"a olan muhabbet, hasret ve hicranıyla ağlaya ağlaya gözlerini kaybediyor; ta ki Hz. Yusuf"un gönderdiği gömleği gözüne sürüp gözleri açılıncaya kadar. Hangi örfte bir oğul, böylesi bir babasını kendi yanına çağırtır?

Ayrıca o yaşlı baba aynı zamanda bir peygamberdir; Yusuf (a.s) açısından bir peygamber olan babaya ihtiram, melik olduktan sonra onun yanına gitmeyi gerektirmez miydi?

Hz. Yusuf babası ve annesini Mısır"ın girişinde karşılıyor, onları kucaklıyor ve tahtının yanına, yani "makam odası"na götürüyor. Onlar da oraya girdiklerinde, "secde" ediyorlar.

Eğer hürmet noktasında bir kişi bir diğer kişinin önünde hürmetle eğilecek olsa, bu oğlun babası önünde eğilmesi şeklinde olması gerektirdi. Zira Hz. Yusuf peygamber olmakla birlikte, o yaşlı baba da aynı zamanda bir peygamberdi. Ama Hz. Yakub oğlu Hz. Yusuf"un önünde tazimle eğildi?

Tefsirlerde bu yönde bir beyan görmemekle birlikte, buradan çıkaracağımız sonuç şudur:

Hz. Yakub (a.s) oğlu Hz. Yusuf"un temsil ettiği makam önünde eğilmiştir; o da, "egemen olan ilahi nizam"dır. Çünkü Hz. Yusuf bir oğul olmanın ötesinde, İlahi hükümlerin egemenliğini sağlayan bir nizamı temsil etmektedir. Yani, Allah"ın hükümlerinin egemen olduğu bir nizam, peygamberlerin önünde saygıyla eğildiği en mukaddes bir değerdir. Bu noktada, "İslam nizamı", salt siyasi bir sultayı değil, aynı zamanda her bir müminin hürmetle önünde eğilmesi gereken "ilahi bir değer"i ifade etmektedir.

Modern devlet tanımlamalarında olduğu üzere "İslam nizamı" salt bir "hizmet aygıtı" değil, varlığı ile ilahi hakimiyeti temsil eden ve bütün Müslümanların hürmetle baş tacı etmesi gereken "mukaddes bir emanet" durumundadır. Önünde peygamberlerin eğildiği bu ilahi değer karşısında Müslümanların hürmetsizlik yapması, ya da hürmetini göz ardı edip onu sıradanlaştırması nasıl mümkün olabilir?

Biz bugün "İran İslam Cumhuriyeti" belli bir kavmin ve belli bir mezhebe mensup olanların bir nizamı olarak bakmıyoruz. Dünyanın hangi bölgesinde olursa olsun, Allah ve Resulü adına ilahi bir nizamın tesis edilmiş olması, bütün dünya Müslümanları açısından her değerin üstünde bir değerdir.

Dolayısıyla, birilerinin bizler için sıkça kullandığı "İrancı" ifadesini kesinlikle reddettiğimizi burada bir kez daha vurgulamak istiyoruz. Bizim için ölçü belli bir ülke, belli bir kavim, belli bir mezhep değil; Allah ve Resulü"nün hükümlerinin hayata egemen kılınması, bir tağut düzeni yerine bir Kur"an nizamının tesis olmasıdır. Bizim hürmetimiz de sadece bu noktayadır. Ve amacımız bu nizamın sadece belli bir ülke ile sınırlı kalmaması, tüm yeryüzünde ilahi nizamın hakimiyetinin kurulmasıdır.

Şüphesiz ki Rabbimizin vaadi, Allah"un nurunun bütün yeryüzünde hakim olmasıdır. Yeryüzü mustazaflarının cihan egemenliği gerçekleşeceği gibi, İlahi hükümlerin bütün dünyaya hakim olduğu günler de gelecektir. O zaman İslam nizamı belli bir ülke ve belli bir kavim ile sınırlı kalmayacak, sadece "Evrensel Ümmet Devleti" olacaktır.

Batılı emperyalistlerin ve onlara bağımlı propaganda birimlerinin sıkça kullandıkları "fundamentalizm" "fundalentalist Müslüman" deyimleri bu korku ve tepkinin bir ifadesidir.

Evet bizler "fundamentalist"iz, bundan da hiçbir zaman vazgeçmeyeceğiz; onlar "siyasal İslam" derken de bunu kastediyorlar. Zira, İslam; hayata ve yeryüzüne egemen olacak bir dinin, evrensel bir nizamın adıdır. Bizler de "fundamental" yani "kökten" bu hedefe bağlıyız. "Kökten dinci" dedikleri de budur. Emperyalizmin, siyonizmin ve yeryüzündeki tüm tağuti sultaların sonunu getirecek hedeftir bu.

Tekrardan vurgulamak gerekir ki; bu küresel hedefe giden yol, siyonist rejimin yokluğundan geçmektedir.

Kuşkusuz ki bunun da merhaleleri, kısa, orta ve uzun vade bir stratejisi, yapılan plan ve hesaplamaları vardır.

Konumuza dönecek olursak:

Bugün adına "maslahat" dediğimiz şey, Kudüs"ümüzün ve Filistin"imizin topyekün özgürlüğü ve siyonist yapının bütünüyle ortadan kaldırılışı adına, emperyalist kuşatma ve saldırganlığın kırılıp ümmetimizin üzerindeki her türlü esaret ve sömürge zincirlerinin kırılmasına adına yapılan hesaplardan başka bir şey değildir.

Hatırlanacağı üzere Temmuz 2006 savaşında, siyonist rejim Lübnan'a saldırıp topyekün bir savaş başlattığında, Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrullah "Siyonist düşmana sürprizlerimiz var" demişti. Nitekim bütün dünya, siyonist rejim güçlerinin hüsranına yol açan bu "sürprizler"e tanık oldu.

Seyyid Hasan Nasrullah yine aynı sözü tekrarlamaktadır: Ama bu kez söylediği söz, "bundan sonraki savaşta, siyonist rejim ortadan kalkmış olacaktır" şeklindedir. Nitekim Amerika da, İsrail da bunun farkında olduğu için, bu akibeti önlemin telaşındalar.

Diğer yandan da Gazze"nin da hazırlığı bu yöndedir. Filistin İslami direnişinin siyonist düşmana vuracağı darbe, birkaç savaş uçağı ve helikopterini düşürmek ya da birkaç tankını havaya uçurmak şeklinde değil, doğrudan Tel Aviv"e füze yağdırmak şeklinde olacaktır.

O halde, gizli olmayan şu hakikati burada bütün Müslüman kardeşlerimiz ile paylaşmak istiyorum:

İran İslam Cumhuriyeti, Filistin İslami direnişi ve Hizbullah, siyonist yapıyı bütünüyle ortadan kaldıracak bir cephenin tahkimi ve koordinasyonu içindedirler. Bunun için gerekli olan "her tür hazırlık" da yapılmış durumdadır.

Belki de çok yakın bir zamanda bir sabah uyandığımızda, ümmet olarak "İsrailsiz Ortadoğu"ya tanık olmuş olacağız.

O zaman da adına "maslahat" dediğimiz şeylerin aslında hangi hedefin bir geçiş noktası olduğunu o zaman görmüş olacağız.

Ve kimsenin şüphesi olmasın ki, "İsrailsiz bir Ortadoğu"da, bugün adlarından ve sultalarından söz ettiğimiz hiçbir zalim ve diktatör rejimin varlığına asla yer yoktur. Müslüman halklar zalim ve diktatör rejimlerin enkazları üzerinde adil, onurlu ve özgürce kucaklaşacak, Kudüs"de buluşacak ve Özgür Mekke"de gerçek haccına kavuşacaktır...

Bir sonraki yazıda, Sünnet-i Seniyye ve İslam Fıkhında "maslahat" konusuna değinmek üzere inşallah.

nureddin@velfecr.com

velfecr

Bu yazı toplam 2363 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar