Başörtüsü Eylemleri'nde Bu Hafta(FOTO)

Başörtüsü Eylemleri'nde Bu Hafta(FOTO)

Ankara'da 471., Sakarya'da 493.,

"Mevlüt ÇAVUŞOĞLU başta olmak üzere hükümet yetkililerine seslenerek diyoruz ki; diğer terör örgütleri olarak nitelendirdiğiniz örgüt isimlerini zaman kaybetmeksizin bu toplum ile paylaşın."

Ankara İnanç Özgürlüğü Platformu tarafından düzenlenen 471. hafta basın açıklamasına hoş geldiniz.

28 Şubat 1997 darbesi üzerinden tam 18 yıl geçti. İrtica maskesi adı altında dindan kimliğin yok edilmeye çalışıldığı ve tertipçilerince bin yıl düreceği iddia edilen bir süreç. Eğitim hakları çalınan ve geleceğe dair hayalleri yok edilen yüz binlerce başörtülü genç kızın okullarının kapısında bekletildikleri, hakaret ve şiddete maruz kaldıkları ve kurulan ikna odalarında psikolojik baskıya uğratıldıkları görüntülerle hafızalarımıza kazınan bir süreç. Binlerce ordu personelinin hizmetteki başarılarına dahi bakılmaksızın dindar kimliklerinden dolayı işlerinden atıldıkları ve açlığa terk edildikleri bir süreç 28 Şubat. Başbakanlık ve bakanlık koltuğuna oturanların medya ve bürokrasi eli ile linçe tabi tutulduğu her türden küfür ve hakarete maruz bırakıldıkları bir süreç. Öncesi ve sonrasında doğrudan yada dolaylı olarak milyonlarca kişiyi mağdur ve mazlum konumuna düşüren bir süreç 28 Şubat. 18 yıl sonra bugün dönemin mağdurları olarak takdim edilen kimi simalar siyasette, kimileri bürokraside, kimileri ise iş dünyasıda önemli makam ve mevkiler elde ettiler. Üniversitelerdeki başörtüsü yasağı, meslek liselerinde kat sayı adaletsizliği ve kamudaki görevlerinden atılan başta ordu personelleri olmak üzere kimi memurların farklı kurumlarda da olsa memuriyete dönmelerine izin verilmesi gibi bir takım iyileştirmeler yapıldı. Fakat ne yazık ki özellikle dönem içerisinde uyduruk gerekçelerle hapse atılan ve sayıları dahi net olarak bilinmeyen bir çok müslüman hala hapis hayatı sürmekte yada ülkeye geldiklerinde tutuklanacakları gerekçesi ile farklı ülkelerde kaçak hayatı yaşamaktadırlar. Bu duruma karşın 28 Şubat darbesini yapanlar ve yaptıranlar toplum içerisinde rahat bir şekilde dolaşmakta ve haklarında dişe dokunur bir yargı süreci işletilmemektedir. Darbenin asker ayağına dönük sözde başlatılan mahkeme süreci ise gelinen nokta itibari ile 28 Şubatı aklama operasyonun bir parçası olabileceği gerekçesi ile bizleri derin bir endişeye sevk etmektedir. Diğer yandan son olarak Şevket KAZAN ve Meral AKŞENER örneğinde gördüğümüz gibi dönemin sözde en büyük mağdurlarının pişkin bir şekilde darbecilerden şikayetçi değiliz türünden yaklaşımlarla eski darbecileri aklama ve yeni darbecileri cesaretlendirme yoluna gitmeleri kaygı verici bir durum olarak karşımızda durmaktadır. Buradan 28 Şubatın mağdurlarıyız diyen başta hükümet olmak üzere bürokrasi ve iş dünyasındaki yetkili ve etkin isimlere seslenerek diyoruz ki; elinizdeki imkanları seferber hale getirin ve topluma balans ayarı yaptıklarını söyleyerek dalga geçen, bu ülkenin mazlumlarına ait yüz milyarlarca doları kasalarına aktaran ve servetlerine servet katan, toplumun çocuklarına okul önlerinde göz yaşı döktüren umut ve gelecek hırsızlarından hesap sorucu adımlar atın. Aksi halde mağduriyet söyleminiz üzerinden devşirmiş olduğunuz makamların hesabını bu topluma veremez, tarih ve toplum hafızasında yalancı olarak yer edinmekten kurtulamazsınız.

Bir diğer konu ise 4 yıldır devam eden ve en az 300 bin kişinin katledildiği Suriye'deki savaşa dönük ABD ile Türkiye'nin üzerinde anlaştıkları eğit donat sistemi olmuştur. İmzalana mutabakata dair Dışişleri bakanı Mevlüt ÇAVUŞOĞLU'nun açıklamalarında yer alan eğit donat sistemiyle yetiştirilecek askeri personel için "Hem DAİŞ'le, hem diğer terör örgütleri ve hemde rejimle savaşacaklar." sözü bu mutabakatın en karanlık kısmı olarak karşımızda durmaktadır. Buradan Mevlüt ÇAVUŞOĞLU başta olmak üzere hükümet yetkililerine seslenerek diyoruz ki; diğer terör örgütleri olarak nitelendirdiğiniz örgüt isimlerini zaman kaybetmeksizin bu toplum ile paylaşın. Suriye toplumunun bağrından çıkmış ve rejime karşı en etkin direniş unsurlarını oluşturan ve fakat İslami kimliklerinden ötürü ABD'nin terör listesine dahil ettiği ve hava saldırılarında hedef olarak seçilen gruplarda Türkiye'nin terör listesinde yer almaktamıdır? Eğer durum bu minvalde ise Suriye halkının herşeyi ile destek verdiği bu gruplara ABD mantığında yaklaşmak Başbakanın tabiri ile " İlkeli dış politika" söylemi ile ne derece örtüşecektir. Ayrıca Türkiye devletinin terör ve terörist tanımı toplumumuzla zaman kaybetmeksizin paylaşılmalıdır. ABD ile aldığınız bu karar sözde koalisyon güçlerinin hava saldırılarındaki pratik örnekte olduğu gibi rejime muhalif unsurlarla sınırlı kalacak ve katliamcı Beşar ESAT yönetiminin iktidarını sağlamlaştıracak bir unsur olmanın ötesine geçmeyecektir. Hükümet girdiği bu karanlık ilişkiden dönerek Suriye rejimin dostları örneğinde olduğu gibi muhaliflere yönelik doğrudan yardım politikası gerçekleştirmeli ve Suriye halkının mevcut muhalif yapılara verdiği desteğe saygı duymalıdır.

Bütün insanların akıl, nesil, can, mal ve din emniyetlerinin sağlandığı bir dünyada buluşma temennisiyle.
ANKARA İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ PLATFORMU

 

Sakarya 493. Hafta: Siyasetin “lidere mutlak itaat” üzerinden kurulduğu bir zeminde, “kadın”ın şiddetin nesnesi haline dönüşmesi şaşırtıcı değil

 

Sakarya Adalet ve Özgürlükler Platformu, 493. hafta eyleminde basın açıklamasını Sakarya Dayanışma Derneği’nden Erhan Duru okudu. Özgecan Aslan’ın hunharca katledilişi üzerinden “şiddet”in ele alındığı açıklamada, “Televizyon/magazin kültürünün kadını metalaştıran, piyasalaştıran tutumu; ‘Evlat, Kardeş, Yoldaş, Eş, Ana’ olarak değil sadece ‘kadın’ olarak; hayatın içinde salt cinsel kimliği üzerinden tarif edilmesi ve bunun kitleselleşmesi, kadının bu tek katlı kimlik üzerinden algılanmasına ve örselenmesine yol açıyor. Ancak bu durum karşısında bizatihi kadını suçlayan, ahlaki çöküşü kadına bağlayan görüşü de kabul etmemiz mümkün değil. Zira bu toplum sadece kadınlardan oluşmamasına rağmen çöküşün faturası tek başına kadınlara çıkartılıyor” ifadelerine yer verildi.  

Bireysel olaylar gibi görünen kıyıcılığın, saldırganlığın, nefret ve linç kültürünün, siyasetin toplum üzerindeki uygulamalarının tezahürleri anlamında bir arka planı olduğunu atlamamamız gerektiğine vurgu yapan Erhan Duru, ” Siyasetin; ‘güce taparlık’, ‘lidere mutlak itaat’ üzerinden kurulduğu bir zeminde; üstelik geleneksel olarak liderliğin ve güç’ün erkekte olduğunu kabul eden bir toplumda, kategorik olarak toplumun zayıfları olarak görülen ‘kadın’ın şiddetin nesnesi haline dönüşmesi şaşırtıcı bir şey değildir. Ülkeyi yönetenlerin meydanlarda halkın bir kısmını diğerine karşı pervasızca kışkırttığı, kendi taraftarlarını ‘makbul vatandaş’ bunun dışında kalanları ‘makul şüpheli’ olarak kategorize ettiği bir süreçte şiddet; bireysel olmaktan çıkıp süratle toplumsal bir tehlikeye dönüşme riskini taşımakta. Bu durum kesinlikle atlanamayacak kadar kritik bir hal almış durumdadır” dedi.

 

Sakarya Adalet ve Özgürlükler Platformu 493. Basın Açıklaması

ŞİDDET BİREYSEL DEĞİL SİYASAL VE TOPLUMSAL BİR SORUNDUR!

Geçtiğimiz haftaya Özgecan Aslan’ın hunharca katledilişi damga vururken, bu vahim olay üzerinden memleketteki “kadın olma” halini ve gittikçe yaygınlaşan şiddeti konuştuk.

Hrant Dink’in alçakça katledilişinin ardından eşi Rakel Dink “bir çocuktan bir katil yaratan karanlık”a dikkatleri çekmişti.

Karşı karşıya olduğumuz durum, işte bu “karanlık” halidir.

Kadın’a karşı şiddet eylemlerinde son on yıl içinde gizlenemeyecek şekilde artan oranların, bir kıvılcımla şeytani yüzünü gösteriveren linç kültürünün, farklılıkların birer nefret sebebine dönüşmesinin elbette basit bir izahı yok.

Televizyon/magazin kültürünün kadını metalaştıran, piyasalaştıran tutumu; “Evlat, Kardeş, Yoldaş, Eş, Ana” olarak değil sadece “kadın” olarak; hayatın içinde salt cinsel kimliği üzerinden tarif edilmesi ve bunun kitleselleşmesi, kadının bu tek katlı kimlik üzerinden algılanmasına ve örselenmesine yol açıyor.

Ancak bu durum karşısında bizatihi kadını suçlayan, ahlaki çöküşü kadına bağlayan görüşü de kabul etmemiz mümkün değil.

Zira bu toplum sadece kadınlardan oluşmamasına rağmen çöküşün faturası tek başına kadınlara çıkartılıyor.

Oysa Kadınlara cinselliği kimlik olarak pazarlayan medyanın, erkeklere biçtiği rolde “kurtlar vadisi” fenomeni üzerinden örnekleyebileceğimiz üzere, fütursuzca şiddet kullanan ve yaptığı yanına kar kalan “maço erkek” tipidir.

 

Filmler ve dizileriyle milyarlık bir sektör/piyasa haline dönüşmüş medya, bugün yüksek karlar adına başta kadın olmak üzere, çocuğu, ergeni, erkeği, tüm toplumu istismar edebilme kapasitesindedir.

Fakat medya tek başına tüm kötülüğün kaynağı değil, mevcut durumu piyasalaştırmasıyla buradan imkân devşiren taraflardan sadece birisi konumundadır.

Toplumdaki din anlayışının, din adına konuşanların basiretsizliği ve çapsızlığından, eğitim politikalarına, sermayenin bu kadar pervasızlaşmasına yol açan ekonomik tercihlerden, devleti yöneten zihniyete kadar birçok etkenin dönüp dolaşıp bağlanacağı yer şüphesiz ülkeyi yöneten siyasal iradedir.

Zira siyaseti hangi ilkeler üzerinden yürüttüğünüz, iktidarı nasıl tanımladığınız, devleti nasıl tarif ettiğiniz ve toplumu nasıl gördüğünüz meselesi, uyguladığınız siyasetin sonuçlarını belirleyecektir.

Bu noktada bireysel olaylar gibi görünen kıyıcılığın, saldırganlığın, nefret ve linç kültürünün, siyasetin toplum üzerindeki uygulamalarının tezahürleri anlamında bir arka planı olduğunu atlamamamız gerekiyor.

Siyasetin; “güce taparlık”, “lidere mutlak itaat” üzerinden kurulduğu bir zeminde; üstelik geleneksel olarak liderliğin ve güç’ün erkekte olduğunu kabul eden bir toplumda, kategorik olarak toplumun zayıfları olarak görülen “kadın”ın şiddetin nesnesi haline dönüşmesi şaşırtıcı bir şey değildir.

Ülkeyi yönetenlerin meydanlarda halkın bir kısmını diğerine karşı pervasızca kışkırttığı, kendi taraftarlarını “makbul vatandaş” bunun dışında kalanları “makul şüpheli” olarak kategorize ettiği bir süreçte şiddet; bireysel olmaktan çıkıp süratle toplumsal bir tehlikeye dönüşme riskini taşımakta.

Bu durum kesinlikle atlanamayacak kadar kritik bir hal almış durumdadır.

İktidar kadına dönük şiddeti otobüsleri pembeye boyayarak çözemeyeceği gibi, şunu da çok iyi bilmelidir ki; her geçen gün artan toplumsal galeyanı da polisiye tedbirleri artırarak, hukuku bay-pas ederek “iç güvenlik paket”lerinin arkasına saklanarak önleyemez.

Şu anda nefret ve şiddetin ‘aile’yi aşıp sokaklara indiği ve hatta Meclis’e kadar girdiği bir toplumsal cinnet hali yaşanmaktadır.

 

Bu noktadan sonra toplumsal hoşnutsuzluğu zorla, hukuksuzca bastırmaya dönük her teşebbüs, önlenemez bir şiddet sarmalına yol açabilir ki; böyle bir sürecin sonunda kazanan kimse olmaz! Lakin en büyük faturayı, insanların ve Hakk’ın karşısında iktidar öder.

Nefreti ve buna bağlı olarak şiddeti önlemenin tek yolu her anlamıyla ‘Adalet’in ikame edilmesidir.

Yapılan hiç bir yanlışın cezasız kalmayacağı, kimsenin adaletin terazisinden kurtulamayacağı duygusu ‘Adalet’i ve dolayısıyla toplumsal uzlaşıyı sağlar.

Eğer insanlar ‘Adalet’e olan güvenlerini yitirirlerse, ortaya çıkan kaos halini bastırmaya hiçbir iktidarın gücü yetmez.

Zira küfürle yönetilir ama zulümle asla.

SAÖP (Sakarya Adalet ve Özgürlükler Platformu) adına Sakarya Dayanışma Derneği