Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

"Bana Her Şey, Uluslararası Bir Entrikayı Hatırlatıyor.."

 

Bir ülkedeki herhangi bir rahatsızlığın hemen dış etkenlere bağlanması siyasetçilerin çok başvurduğu ve kullandığı bir taktik ise de, çok kere inandırıcı ve hoş değil.. Ama, koskoca Türkiye"nin koskoca İstanbul"unun küçük bir noktası olan Taksim Meydanı"nın bir köşesindeki küçücük bir parkın yeniden düzenlenmesi etrafında ortaya çıkan küçük bir protesto hareketinin, Haziran-13 başından beri hemen bütün dünyayı derinden ilgilendirmesi uluslararası bir entrikanın varlığını kabul etmeksizin, kabul edilebilecek cinsten değil..

Hemen her ülkede ve hele de Ortadoğu diye anılan ve jeo-politik açıdan dünyanın en hassas bölgelerinden bir coğrafyadaki ülkelerde, bir takım rahatsızlıklar, çalkantı ve karışıklıklar ortaya çıktığında, bu durumdan istifade etmek isteyen bir takım iç ve dış çevrelerin olması kadar tabiî bir şey yoktur. Kezâ, ülkelerin birbirlerinin içişlerine karışmamak hususunda söyledikleri sözler kocaman bir diplomatik yalandan başka bir şey değildir. Esasen, hemen hiç bir ülke, resmen savaş ilan etmedikçe, bir diğer ülkenin içişlerine karıştığı veya karışacağına dair bir ifade veya niyet açıklayamaz.

Hele de, Avrupa"da son 2-3 yıldır yaşanan büyük sosyo-ekonomik krizlerin devam ettiği bir dönemde, aynı sıkıntıları hemen hiç hissetmeyen bir Türkiye"de, üstelik de hemen hiç bir ciddî gerekçe yokken, İst.- Taksim Meydanı"ndaki bir zemin düzenlemesi ve bir-kaç ağacın yerinden sökülüp başka yerlere nakledilmesine itiraz mahiyetinde, ilk olarak 100-150 kadar kişi gelip, "Biz bu ağaçları söktürmeyiz.." şeklindeki zâhiren bir çevrecilik hassasiyetiyle orada çadır kurması ve çalışmalarını sürdüren iş makinelerini tahribe yönelmeleri ve hattâ ateşe vermeleri üzerine, polisin bu gruba karşı tazyikli su ve biber gazıyla müdahalesi şeklindeki tedbirler, konuyu herhalde önceden kimsenin farkedemediği bir noktaya getiriverdi ve "Gezi Parkı da neresiymiş?" diyebilecek yüzbinlerce İstanbullu varken, dünya kamuoyu üç hafta boyunca, Taksim- Gezi Parkı ve onun ülke çapındaki uzantısı olan karışıklık haberleriyle yatıp kalktı.

İlk planda, polisin mes"eleyi biraz sert bir baskı ile önleyebileceği zannına kapılıp, orantısız güç kullanmasından elbette söz edilebilir.

Ama, bu görüşler, açıktır ki, hadiselerin bu noktaya gelmesinden dolayı ortaya çıktı. Ama, protestocular oraya çadırlarıyla gelip o mekanı işgal etmeksizin, sadece protesto gösterisi yapsalar ve iş makinalarını tahrib etmeseler ve ateşe vermeselerdi, herhalde, polis de öyle bir güç kullanımına ihtiyaç duymayacaktı..

Konuya, sadece "neticeci" / neticeye bakarak başlangıcı değerlendirmek gibi bir mantıkla değil, bir de tersinden bakmak gerekmez mi?

Ama, şimdi işin bu tarafı gözönüne getirilmeyip, sadece neticeye bakılarak, (eski Kültür Bakanı Ertuğrul Günay gibilerin bile başını çektiği bazılarınca) o protesto günlerinin ilk günündeki eylemlerde, polis, aşırı güç kullanmakla suçlanmakta..

Diyelim ki, öyle..

Eğer, ortalık yakılıp yıkılırken güvenlik güçleri, içinde bulundukları şartlara göre aklın gereği olan tedbirleri almakta gevşeklik gösterseydi, o zaman, her aklı başında, mantıklı insan, "O güvenlik güçlerinin varlık sebebi nedir?" diye sormayacak ve hattâ suçlamıyacak mıydı?

Ve güvenlik güçlerinin aşırı güç kullandığından yakınanların, hedefe hattâ AK Parti"yi ve bütünüyle Hükûmet"i değil, Tayyîb Erdoğan"ın şahsını koydukları ve onu yıpratmak için adetâ yarışa giren Avrupa ve Amerikan politik ve medyatik çevreleriyle ilginç bir işbirliği içinde hareket ettikleri ortada değil mi?

Onlar, kendi ülkelerinde benzer bir tahribat olsaydı, güvenlik güçlerini devreye nasıl korkunç bir hışımla süreceklerini elbette bilmiyor değiller.. Bunu kendileri hatırlamak istemiyor gibi gözüküyor veya düşünemiyorlarsa da, bu konuyu bilebilecek olanların varlığı ihtimalini olsun, gözönüne getirmeli değiller mi?

*

Evet, iç ve dış entrika merkezlerinin işbirliği..

Türkiye"yi 3 hafta meşgul eden ve dünya gözünde de karışıklıklar içindeki bir ülke gibi göstermeye vesile olan "Taksim-Gezi Parkı" eylemlerinin, daha doğrusu vandalist, yakıp yıkıcı hadiselerin mâsum bir ağaç sevgisinden, yeşili ve çevreyi korumak derdinden ortaya çıkmadığı açık..

Daha sonraki günlerde iyice ortaya çıkan durum ise, içerdeki bir takım kemalist-laik- ulusalcı vs. denilen güçlerin tek başlarına hareket etmedikleri, uluslararası entrika odaklarının piyonları durumuna düşürülerek hareket ettirildikleri ve kendi ülkelerinin aleyhine her türlü hıyaneti tezgahlayabilecek bir duruma getirildikleri gerçeği idi.. Ve bu yerli unsurların dış güçlere güvenleri herhalde o kadar fazlaydı ki, CHP"nin kendilerine vereceği desteği, büyük hayallerle 2 Haziran Pazar günü Taksim Meydanı"na, yanlarına koşan Kılıçdaroğlu"nu bile - ortak kabul etmek istemezcesine-, hoş karşılamadılar.

Halbuki, Taksim"deki o hadiselerin üçüncü gününde, bayağı heyecanlanan Kılıçdaroğlu, 2 Haziran günü, İst.- Kadıköy"de yapacakları mitingi ibtal edip, Taksim"deki eylemcilerle birlikte bir gövde gösterisi yapmaya niyetlendiğinde, onbinlerce tarafdarını Taksim Meydanı"na doğru yönlendirirken, "Hükûmet"i çökertmeye gidiyoruz.." diye acaib nutuklar da atıyordu. Ama, Taksim"e ulaştığında, kendisinden umudunu kesmiş olan kızgın kitlelerden beklediği alkışı bulamayınca, orayı terketmek zorunda kalmıştı.

Bir muhalefet liderini düşününüz ki, tâbi olduğu kanunlar içinde sergilemesi gereken muhalefet çalışmalarıyla çökertemediği bir iktidarı, sokakları işgal eden, yakıp yıkan vandalist bir grubun eylemlerinden meded umarak hükûmet çökertme hayallerine kapılmıştı.

Böyle eylemin hayır umulur mu sonucundan..

İlginçtir ki, Taksim"e, "Hükûmeti çökertmeye gidiyoruz" diyerek sevinç çığlıkları atan ve 1 Haziran Cumartesi günü İst.- Kadıköy"de yapacaklarını açıkladıkları mitingi, sırf Taksim"deki eylemcilerle birlikte yapacakları miting için iptal ettiğini söyleyen Kılıçdaroğlu 18 Haziran günü yaptığı konuşmada ise, muhakkak ki, ortaya çıkan büyük yıkımların ortağı olmaktan kurtulabilmek için, "kendilerinin Taksim"deki eylemcilerin yanında asla olmadıklarını, kendilerinin sadece halkın yanında olduklarını" söyleyerek, tam bir doğru söylemezlik örneği sergiledi ve bu tavrını kamuoyunun gözünün içine baka baka ortaya koyabildi.. Kılıçdaroğlu"nun, başında bulunduğu siyasî organizasyon, taa başından beri diktatörlüğün en katı örneğini oluştururken, 18 Haziran günü partisinin Meclis Grubu toplantısında, "AK Parti'ye oy veren kardeşlerimize sesleniyorum,(") Artık Türkiye'nin diktatörden kurtulma zamanı gelmiştir. Herkesin siyasî düşüncesine saygı gösteririz. Kimliği siyaset konusu yapmayız. Allah'tan korkarız, kuldan utanmasak bile.. Hepiniz düşünün, Türkiye'yi huzura kavuşturmamız lâzım.." şeklinde cümleler kurması ve içerde ve dışardaki beyanlarında, sürekli Erdoğan için, sürekli, "diktatör" ithamını tekrarlaması ve bunun dış dünyada özellikle alman medyasında da yavaştan yavaştan tekrarlanması ilginç değil mi? Kılıçdaroğlu"nun, hele de Erdoğan"a hitaben yazdığı bir twett"te, "Haydi, Mustafa Kemal Atatürk"ten korkmuyorsun, utanmıyorsun diyelim; bari Allah"tan kork!.." cümlesini yazması ise, evlere şenlik..

Bunlar ülkenin içerden yansıyan ve son hadiselerin perde gerisindeki bazı işaretlerini veren tablolar..

Dışardan yansımalara gelince..

*

Moltke"den bugüne, değişen bir şeylerin olduğu gösterilemezse..

Prusya / Alman ordusunun ünlü komutanlarından‚ Karl Graf von Moltke"nin henüz bir yüzbaşı iken, 1830"larda Osmanlı"ya yaptığı resmî ziyaret ve hizmet dönemini anlattığı ve "Türkiye Mektupları" adıyla türkçeye de tercüme edilen eserinde, Osmanlı"nın o zamanki sosyo-politik yapısı anlatılırken, dışardan güçlü gözüken Osmanlı Devleti"nin, İstanbul"da birkaç caddede bir karışıklık meydana gelince, bütün bünyenin rahatsız olduğu ve zaafiyetin ortaya çıktığına dair tesbitlerini hatırlamakta fayda olsa gerek..

Bugün de benzer bir durum ortaya çıkarmak isteyen iç ve dış çevrelerin iştahlarının kursaklarında bırakılması başarılamazsa, Türkiye"nin güçlendiği iddiaları da geçersizleşmiş olacaktır.

Açık olan şu ki, Tayyîb Erdoğan yönetimindeki Türkiye, 10 yıl öncelerde tasavvur edilemiyecek derecede güçlenmiştir. Bu güçlenmeden, kendilerini Türkiye"den daha zayıf hissedenler de rahatsız olsa bile, güçlü hisseden odaklar, devletler elbette daha bir rahatsız olacaklardı.

Özellikle, Tayyîb Erdoğan"ın Aralık-2009 başında, İsviçre- Davos"ta, İsrail rejimi C.Başkanı Şimon Perez"i, diplomaside örneğine pek rastlanmıyan ağır bir dille suçladığı meşhur "One minute" çıkışı, Erdoğan"ı hemen bütün dünya müslümanları nezdinde, "müslüman halkların gözdesi" haline getirirken; mâlûm emperyalist - şeytanî güç odaklarını da o kadar rahatsız etmişti. Ona, bunun bedeli ödettirilmek istenecekti, tabiatiyle..

Bu durum, 31 Mayıs 1910 gecesi, Gazze ablukasını kırmak için yola çıkan Mavi Marmara gemisine İsrail rejimince ve üstelik uluslararası sularda yapılan saldırıda T.C. vatandaşı 9 müslümanın katledilmesi, bir bakıma, o, "Onu minute"ün de karşılığıydı. Bu deniz korsanlığı ile, Türkiye- İsrail ilişkileri, tasavvur edilemiyecek derecede soğumuş, gerilmişti.

Ama, aradan 3 yıl geçtikten sonra, her iki rejimle de Ortadoğu siyasetinde işbirliği yapmaya ihtiyaç duyan USA emperyalizmi, Amerikan Başkanı Barack Obama"nın zorlamasıyla, sionist İsrail rejimini, Türkiye"den resmen özür dilemek noktasına getirdiyse de, bu özür dilemenin samimî olmadığı, şeklî ve lafzî bir özür dileme olduğu ve aradaki soğukluğu gidermeye yetmiyeceği açık idi.

Kezâ, Tayyîb Erdoğan"ın da, Viyana"da Şubat -2013 sonunda tertib olunan Medeniyetler İttifakı Forumu"nda, "sionizmin insanlık suçu olduğunu" söylemesinden sonra, o ilişkilerin tamirinin kolay olmayacağı bir daha anlaşıldı. Ayrıca, Amerikan Dışbakanlığı"nın ve Beyaz Saray Sözcüsü"nün‚ "Günü gelir, hesabını sorarız.." mânâsında, Erdoğan"ın o sözleri konusunda, "Bunu not ettik.." şeklindeki beyanları da elbette not edilmesi gereken bir mahiyetteydi.

Ki, sionist İsrail rejimiyle yaşanacak bir gerginlikte muhatabın sadece o rejim olmayacağı ve Amerikan emperyalizmi ve müttefikleri başta olmak üzere, bütün emperyalist- şeytanî odaklar olacağı ve özellikle de, dünya kamuoyunun şekillenmesinde oldukça etkili olan güçlü Amerikan medya organlarının da hem sermaye ve hem de bu sektörde çalışan insan gücü olarak büyük çapta Amerikan yahudilerinin kontrolünde olması hasebiyle, gerektiğinde nasıl çalıştırılacağı hatırlanmalıdır.

Nitekim, B. Amerika"nın CNN International isimli ünlü tv. kanalı, Taksim hadiselerini, kesintisiz olarak tam 8 saat canlı vermiştir dünyaya.. Habuki, bu kanal, 15 Nisan günü Boston Maratonu"na yönelik olarak gerçekleştirilen ve 3 kişinin ölümü ve 100"den fazla kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan saldırıyı bile normal yayın akışını kesip canlı olarak vermemişti.

CNN International"in marifetleri bununla da bitmiyor.. T.C. Başbakanlık Başdanışmanı Prof. İbrahîm Kalın, 12 Haziran akşamı, bu tv. kanalının ünlü proğramcılarından Christian Amanpour"un sorularına cevaben, "Amerikan Başkonsolosluğu"na bombalı saldırı yapıldığında terörist sayılanlar, Taksim"de etrafı tahrib ederken, "demokrat ve özgürlük savaşçısı mı oluyor?" kabilinden bir karşılık verince..

Amanpour"un fena bozulması ve arkasından, Prof. Kalın, "Elinde molotof kokteylleriyle benzer kalabalıklar, Beyaz Saray"a doğru saldırıya geçse, Amerika nasıl davranırdı?" diye sorunca, Amanpour"un, "Mr. Kalin, proğram sona ermiştir.." diye konuyu kapatması ve öyle bir sorunun sorulmasına "meselâ" kabilinden bile fırsat vermemesi de ilginçti..

Böyle şeylerin "meselâ.." diye sözkonusu edilmesine bile âlet edilemezdi, Amerika"nın bu ünlü "özel" tv. kanalı..

Emperyalist dünya, müslüman toplumları güdülecek "sürü"ler olarak görmekten vazgeçirilmeli..

Ya, aynı tv. kanalının, Erdoğan"ın çağrısı ile İst.- Kazlıçeşme"de 16 Haziran Pazar günü yapılan ve bir milyondan fazla insanın katıldığı belirtilen dev mitingi bile, Erdoğan"ın protesto edildiği büyük miting olarak sunması ve bundan dolayı, sonra özür bile dilememesi, Taksim Hadiseleri"nde ne gibi "mâsum" (!?) dış etkenlerin yoğun şekilde devrede olduğunu göstermeye yetmiyor mu?

Bunları bile, tesadüfen bir araya gelmiş tablolar olarak görenler yine de olabilirse..

16 Haziran günü Yeni Şafak"ta manşetten verilen, "Kod adı: İstanbul İsyanı" başlıklı son derece ilginç haber-yorumda yazılanlara ne demeli?

Sözkonusu haber-yorumda, Taksim Hadiseleri"nin B. Amerika"da yahudi lobisi AIPAC'in desteğiyle faaliyetlerini sürdüren Amerikan Girişimcilik Enstitüsü (American Enterprise Institute, AEI) isimli bir düşünce kuruluşunca düzenlenen ve sunuculuğunu- yönlendiriciliğini Obama"dan önceki Amerikan Başkanı G. W. Bush zamanında USA dışsiyaset stratejisinde oldukça etkili olan "Yeni Muhafazakârlar" denilen "New-Con"ların önde gelen isimlerinden Michael Rubin"in yaptığı bir toplantıda 12 Şubat 2013 günü ve 'İstanbul İsyanı' şeklinde bir simülasyonla tasavvur edildiği, canlandırıldığı anlatılıyordu.

(Bush döneminin Sav. Bakanı) Donald Rumsfeld, USA dış siyasetinin ünlü teorisyenlerinden Paul Wolfowitz, Demirel"in C. Başkanlığı döneminde zamanında Atatürk Ödülü ile ödüllendirilen Amerikan yahudisi tarihçi Bernard Lewis, (Karanlıklar Prensi) diye anılan ve uluslararası entrikaları tezgahlamakla meşhur olan Richard Perle, USA"nın BM eski baştemsilcisi John Bolton gibi isimlerin katıldığı sözkonusu toplantıda, 'apolitik türk gençliğini sokağa indirerek canlı tutmak' için bir beyin jimnastiği oyunu tezgahlanmıştı. Ki, bu gibi varsayımlara dayalı planlamalar, B. Amerika"nın emperyalist birimlerince hep yapılmaktadır.. Ama, önemli olan, bu varsayımın, 3,5 ay sonra; İstanbul"da gerçekten de sahnelenmiş olmasıdır. Her ne kadar, USA Dışişleri Sözcüsü Jean Psaki, 'B. Amerika"daki kişi veya grupların Türkiye'deki protestolardan sorumlu olduğu ya da tırmandırdığı şeklindeki suçlamaları reddediyoruz' dese de..

Sözkonusu toplantıya ev sahibliği yapan Amerikan Girişimcilik Enstitüsü AEI"in Halklar İlişkiler Direktörü Veronique Rodman ise 'Stajyerlerimiz ve gençlerimizin katılımıyla ve onları onurlandırmak için düzenlenen (strateji oyunu) serilerimiz vardır, ancak resmî hiçbir şeyle bir bağlantısı yoktur.' diyordu.

Nasıl?

Daha ne olsun? "Taksim hadiselerinin zeminini biz hazırlamıştık.." mı denilsindi?

*

"Atatürkçülük"lerini her dem vurgulayanların, özgürlükçülük gösterileri ve "diktatörlük"(!?)ten yakınmaları..

Ya, kendi partisinin ilk iki Genel Başkanı"nın şahsında diktatörlüğün daniska örnekleri bulunan Kılıçdaroğlu"nun Erdoğan"ı "diktatör" diye niteleyen basitliklerini esas alan alman resmî makamlarının ve hele de hemen hergün, alman tv. kanallarında, Erdoğan"ı yıpratmak, ve itibarsızlaştırmak için, saatlerce, hayalî senaryolar ve değerlendirmelerde bulunulan proğramlara ne demeli? Gazeteler, televizyon kanalları, devamlı, M. Kemal fotoğraflarına yer veriyorlar, onu kendi adamları olarak niteleyip, Erdoğan"ı ise, despot bir sultan gibi göstermeye çalışıyorlardı..

18 Haziran tarihli Morgenpost (Sabah Postası) isimli gazete, Erdoğan"ın kendisini kral/ padişah gibi hissettiği iddiasını, "Erdogan fehlt sich als König" başlığıyla ve manşetten, kocaman puntolarla veriyor ve hemen yanıbaşında da, kelepçelenmiş bir kadının polis tarafından acımasızca tekmelendiğine dair bir fotoğrafa yer veriliyordu, bu fotoğraf İstanbul"da çekilmişcesine.. Gerçekte ise, bu fotoğrafın B. Amerika"da Mayıs-2009"da Lincoln Emniyet Müdürlüğü"ndeki bir Amerikan polisine aid idi ve o zamandan beri çeşitli internet sitelerinde yayımlanmıştı. Aynı hafta içinde, "The Economist" isimli etkili ingiliz dergisinin de kapağından, Tayyîb Erdoğan"ı, bir Osmanlı Padişahı görünümünde çizmesi de, Batı dünyasının bilinç altında, gerçekte, geçmişte kendileri için asırlarca korku kaynağı oluşturmuş bulunan Osmanlı Devleti"nin yeniden şekillenmekte olduğu korkusunu yansıtıyordu.

Bu arada, New York Times yazarı Thomas Friedman, Taksim Hadiseleri sırasında, İstanbul"da bulunan birisi olarak, 2011"de Mısır"da yaşananlar gibi bir "devrim" hareketi olmadığını, Türkiye"de, sadece bir bıkma hareketinin gözlendiğini, "gençlerin Erdoğan"ı devirmek istemediğini, onun çekilmesini beklediklerini" ileri sürüyor ve "Mesajları basit: Bizi rahat bırak, demokrasimizi boğmaktan vazgeç, zorba görünümlü modern bir Sultan gibi davranma!." dediklerini varsayıyordu.

*

Ama, özellikle de Alman medyası ve siyasetçileri, günlerdir, Tayyîb Erdoğan"ı hedef tahtasına oturtup, ona ateş ediyorlar. Bu da, konuyu yine de çevrecilik hassasiyeti şeklinde görenlere, görmek istemekte direnenlere hitaben, bazı laik çevrelerin yükselttikleri, "konunun Gezi Parkı"ndaki ağaçlar olmadığını hâlâ anlamadın mı?" şeklinde dillendirilen mesajlardan yansıyan gerçeği yansıtmıyor mu?

Erdoğan"a böylesine bir hınç beslendiğinin ortaya çıkmasına şaşılmamalı.. Esasen, alman kamuoyunda, ona karşı hem bir gizli hayranlık ve hem de bir çekememezlik ve hased hep gözleniyor.. Çünkü, Erdoğan 2008 Şubatı"nda Köln"deki 20 bin kişilik Kapalı Gösteri ve Spor Salonu - Arena"yı ve etrafını tıklım-tıklım dolduran onbinlerce Türkiye"liye hitab ettiği zaman, Alman medyası şoke olmuştu.. Çünkü, alman kamuoyu, 5-6 bin kişiden fazla politik mitinglere pek alışkın değildi. (Nitekim, 19 Haziran günü Berlin"e giden Amerikan Başkanı Obama, Berlin"de Brandenburg Kapısı önünde halka hitaben yaptığı konuşmayı, -oraya Angela Merkel ile birlikte geldiği halde-, yaklaşık 4,500 kişinin dinlediği bildiriliyordu.)

Halbuki, Erdoğan Avrupa"nın son 200 yıl boyunca "Hasta Adam" olarak gördüğü bir ülkeden geliyor ve Almanya"da bile onbinleri kendisine cezbediyor ve artık güçlenen, dilenmeyen, başı dik bir ülkenin lideri görünümü veriyordu.. Onun sergilediği bu tablo, sadece bir kıskançlığı değil, Alman kamuoyunu haftalar boyu meşgul edip, dehşetli korkuları da yansıtan tartışmalara da vesile olmuştu.

Böylesine korkular içinde olan bir alman medyasının, hattâ konuyu ağır hakaretlere kadar varan bir düşmanlık cebhesi açmasına niye şaşılsın ki..

"Biz sizin bugün ve geleceğiniz üzerinde söz sahibiyiz!." efeliği..

Hatırlayalım.. 1981 yılında, dönemin Alman Şansölyesi Helmuth Schmidt, Türkiye"ye gelmiş ve İstanbul"u gezerken, "Burası domuz ahırına benziyor, ne bu pislik!" diye utandırıcı ve amma, haklı bir eleştiride bulunmuştu. Gazeteciler, ona, bu bu eleştirisinin diplomatik usûllere aykırı olduğunu hatırlatınca, "Biz bu ülkeye bir anda 2,5 milyar mark yardımda bulunuyorsak, bu, bizim bu ülkenin geleceği üzerinde söz hakkımız var demektir.." diye karşılık vermişti..

Onlar istiyorlardı ki, Türkiye hep öyle kalsındı.. Halbuki, Erdoğan, onların istedikleri zaman tokatlayacakları bir ülke görünümüne son veren bir liderdi.

Taksim- Gezi Parkı düzenlemesiyle başlayan hadiseleri fırsat bilen yabancı medya, -yazık ki, sadece Avrupa ve Amerika medyası değil, üstelik Erdoğan"ın uluslararası zeminlerde yıllarca savunduğu bazı komşu müslüman ülkelerin medyasının da, Batı medyası gibi- Erdoğan"ı eleştirirken, ahlâkî sınırları bile aşıp, hakaret ifadeleri kullanmaya başladıkları görüldü..

Almanya"da yayınlanan milyonlarca tirajı olan bulvar gazetesi Bild, Erdoğan için 17 Haziran tarihli sayısında, "Beton kafalı‚(betonkopf)" ifadesini kullanırken, ingiliz The Telegraph, Erdoğan"a, "Aklını başına topla!", İtalyan La Repubblica, "Erdoğan kaslarını gösterdi", ve Vatikan gazetesi "İl Sole 24 Ore"nin internet sayfasında da "İmparatorluk rüyası gören Sultan" dedi.

Alman Focus dergisinde, İslam konusundaki araştırmalarıyla da bilinen ve Türkiye uzmanı sayılan Udo Steinbach da, Erdoğan"ı, "beton kafalı" olmakla suçlayıp, onu Beşşar Esed"e benzetiyor, onunla yetinmeyip, "Erdoğan yeni Hitler mi?" sorusunu ortaya atıyordu.

Alman TAZ gazetesi de, "Yeni Osmanlı klişeleri.. Despot"un estetik merakı: Gezi Parkı"nın yerine neden kışla yapmak istiyor? Başbakanın paranoyaları.." diye yazıyordu.

Alman Der Spiegel dergisi de, Erdoğan"ın, "dünyanın en büyük ekonomilerinden birinin demokratik seçilmiş başbakanını değil, çıldırmış bir despotu andırdığını" yazıyordu.

İtalyan La Stampa gazetesi de internet sitesinde, Taksim- Gezi Parkı"ndaki işgalin sona erdirilip, o mekanın temizlenmesi sve halkın istifadesine yeniden açılmasını sağlayan 15 Haziran akşamındaki müdahaleyle ilgili olarak, "Sultan Tayyib Erdoğan"dan yüz binlerce gencin protesto hareketine demir yumruk" ifadesine yer veriliyordu.

Bu arada (Avrupa Parlamentosu) AP"nin aldığı Erdoğan"ı kınama kararı, İrlanda"lı üyenin, türkçe olarak yükselttiği, "Erdoğan istifa!." sözleriyle birlikte açıklanıyordu.

Bu arada, fakir"in e-mail adresine kadar bile gelmiş, yüzlerce e-mail mesajından birkaçına değinmek gerekiyor.. Ki, bunların onbinlere, yüzbinlere ulaştırılmış olması muhtemel.. N. Ağırnaslı isimli ve tanımadığım birisinden geliyor. Tam da, Taksim Hadiseleri"nin en ateşli olduğu günlere aid..

Şöyle deniliyor:

"Taksim çevresinde sıkışan arkadaşlara iletelim.
Alman Konsolosluğu kapılarını açmıştır.
Polis'in Konsolosluğa müdahale etme yetkisi yoktur.

Adres:Alman Başkonsolosluğu
İnönü caddesi 10
34437 Gümüşsuyu - İstanbul

Telefon: (+90) - 212 - 334 61 00

Diğer kapılarını açanlar ve adresleri :

Notre Dame de Sion Lisesi
Cumhuriyet Cad. 127 Harbiye 34373 Istanbul
+90 212 219 16 97 - +90 212 231 26 16

İstanbul Özel Alman Lisesi
TR-34 420 Beyoğlu-İstanbul Şahkulu Bostanı Sokak No. 10
Tel: +90 (212) 245 13 90 / 91

Date: Sun, 16 Jun 2013 00:14:35 +0100
*

Bir diğer e-mail de ise şu bilgilere yer veriliyor:

"Engin Bey iyi aksamlar,

Fransiz Tv kanalları özellikle canal 24 İstanbul'daki olayları düzenli olarak veriyor.. İstanbul'a gönderdikleri muhabir olay yerinden canlı olarak haber geçiyor.

Sevgiler, selamlar...

H. Yetisen"

*

Evet, adresler açıkça veriliyor, uluslararası ilginç bir dayanışma öylesine sergileniyor.. Bunlar düşündürücü değil mi?.

Bütün bunları anlatmaktan maksad, Erdoğan her ne yapsa iyi yaptı diye desteklemek olmayıp, Erdoğan"ın güçlü liderliğine yönelik uluslararası bir emperyalist saldırının tezgahlandığına dikkati çekmek içindir.

Bu uluslararası komplo ve tuzak ve entrika sözlerinden bu satırların sahibi de hoşlanması bile, bu son hadiseleri başka türlü izah, neredeyse imkansız.. Çünkü, İstanbul"un zengin çevrelerinde yaşayan ve kemalist-laik rejimin bütün imkanlarını 90 yıldır hortumlayan çevrelerin çocuklarının başı çektiği bu gösterilere katılmak için gelirken, kaza yapıp arabası takla atan ve hayatını kaybeden kişi ile, Antakya"da, başına –daha çon göstericilerin polislere attığı- kaldırım taşı gibi ezici bir cismin çarptığı belirlenen kişinin hayatı bile, Erdoğan"ın kaatilliğine delil olarak gösterildi. Halbuki, ülke çapına yayılan bu gösterilerde sadece iki kişi mermi ile öldürülmüş olup, onların da polis mermisiyle olup olmadığı da henüz kesinleşmemiştir. Ama, bu gibi yakıp yıkma eylemleri, başka bir Hükûmet zamanında olsaydı, o zaman görülürdü, ortaya nasıl kanlı bir neticenin çıkacağı..

Böyleyken, uluslararası bir takım ünlü kişiler, 50 kadar akademisyen, bir bildiri yayınlayıp, 'Bu dehşet verici devlet şiddetinin derhal sona ermesi gerektiğini, (") halkın muhalefet ve direnme haklarını, hükümet güçlerinin sansüründen geçmemiş bir medyadan bilgi alma hakkını, demokratik hayatın ön koşullarından biri olan kamusal alanlarda bulunma ve düşüncelerini özgürce ifade etme hakkını destekliyoruz." gibi lafların sıralandığı bir bildiri yayınlamışlar..

Bunların içinde, Pakistan asıllı ingiliz vatandaşı, düşünce ve eylem adamı Taareq Ali, ile Prof. Nilüfer Göle ile, Viyana Üni."den İlker Ataç ve yeni marksist cereyanın lideri olarak görülen Slovenya"lı Slavoj Žižek"in de ismi geçiyor.

İnsan, bu kişilerin dünyanın başka yerlerinde halinde mâsum insanların hayatı, bombardımanlar altında binler- onbinler halinde söndürülürken, nerelerde olduklarını merak ediyor.

*

Bütün bunlar, Taksim"in, emperyalizmin ileri karakol üssü sayılmasındandır

Benzer hadiseler Türkiye"nin başka yerlerinde olurken, pek ilgilenmeyen iç ve dış çevrelerde, bu hassasiyetin meydana gelmesinin temeli, Taksim Meydanı idi.. Çünkü, Taksim Meydanı ve Beyoğlu (Pera) , Garb- Batı emperyalizminin Osmanlı içinde açılan ileri karakol üssü durumunda idi. Nitekim, 40 seneye yakın zamandır Taksim Meydanı"na bir câmi yaptırmak için bir dernek kurulduğu halde, bu mescidin yapılmasına bile, o üssün kaybedilebileceği korkusuyla, bütün laik güçler feryad ediyorlar.. Hatırlayalım, 28 Şubat 1997 Zorbalığı günlerini..

Avrupa ve Amerika"da da sık sık görülen polis müdahalelerinin nasıl daha da bir haşin olduğuna dair yığınla örnekler ellerinde olduğu halde, hele de, Taksim"de olduğu gibi her taraf yakılıp yıkılacak olursa, o zaman, müdahalenin nasıl acımasız olacağı da bilinirken; Taksim"de, "göstericileri tazyikli su sıkarak dağıtmak ve yine de dağılmazlarsa, biber gazı sıkmak usulü" her tarafta geçerli iken, konunun dünya çapında bir problem haline getirilmesi..

Evet, iyiniyetli bir yaklaşım şeklinde anlaşılacak bir husus değildir..

Bu gösteriler sırasında, sırf İslamî örtüsünden dolayı genç bir kadının yerlerde sürüklendiği haberi ise, duyulmak- görülmek bile istenmedi. Eğer o hanım, laik bir kadın olsaydı, o zaman dünya kamuoyunun konuyu nasıl bayraklaştıracağı tahmin edilebilir. Ama, bu müslüman hanım sözkonusu olunca.. Kimsenin kılı kıpırdamadı. Dahası, Kur"an meâli bile yazmış, İslam konusunda doğrusuyla-yanlışıyla, ama hakikati anlamak için kitablar yazmış bir kişi, câmilere bile yapılan saygısızlıklara şer"î kılıflar ve külahlar giydirmekteki "maharet"ini, bu genç müslüman hanımın yerlerde sürüklenmesi karşısında da sergiledi ve, "Herhalde, örtüsünden dolayı değil, "yandaş" olduğu düşünüldüğünden, öyle olmuştur.." diyecek, kadar, tuhaf bir seviye sergiledi. Yani, demek ki, bir müslüman hanım, Tayyib Errdoğan"a tarafdarlık yapacak olursa, böylesine saldırı ve hakaretlere maruz kalabilir, öyle mi, "modern" fetvacı?

Halbuki, hiç kimsenin, bir takım siyasî eğilimlere ilgi gösterdi veya tarafdarlık etti diye saldırı ve aşağılamalara mâruz kalması kabullenilemez..

*

Bu arada, Zaman gazetesinin Türkiye"de dağıtılan, baskısında yayınlanmayan ve sadece yurt dışı çevrelere hizmet sunmak istercesine yaptığı ingilizce baskısında, AK Parti"yi yüzde 35"lerde gösteren bir anket çalışmasındaki hedefinin ne olduğunu anlayan varsa beri gelsin, başta bizzat F. G. olmak üzere..

Bu arada, Tayyîb Bey"in Adana, Mersin, Ankara ve İstanbul"taki mitinglerde ve sonra çeşitli toplantılarda arka arkaya ve saatlerce konuşması ve kullandığı uslûbun, hem sağlığına, hem de uslûbuna zarar verdiği, hoş bir manzara oluşturmadığı da görülmelidir; her ne kadar, bu tavrı, halkın tahrib olunan, yakılıp yıkılan zenginliklerinden dolayı, yürek yangısıyla olsa bile..

*

Bu arada, Başbakan Yard. Bülend Arınç"ın, "Gerekirse, devreye asker girer.." demesi, son derece yanlış ve hattâ tehlikeli.. Gerçi, Bülend Bey, daha sonra, "sözlerim çarpıtıldı.." diyor ama, a efendim, sizin sözünüzün içinden başka mânâlar çıksa bile, o mânâ da çıkıyor, o zaman sözleri çarpıtılmaya müsaid olmayacak bir şekil ve dikkatle dile getirmeniz gerekmez mi?

Geçmiş sıkıyönetim uygulamaları dolayısiyle, askerin siyasî hayatta nasıl etkili duruma getirildiği unutuluyor galiba.. Arınç, kendisini, "Hükûmet"in vicdanı" diye niteleyenlerin cazibesine kapılmamak için, daha bir dikkatli davranması gerektiği kadar, kanunî bir imkandan bahsetse bile, gerekirse askerden de yardım alınabileceği, askerin de güvenliğin sağlanması için devreye sokulabileceği gibi ihtimalleri aklının kenarından bile geçirmemelidir.. Üstelik de, kemalist-laik- ulusalcı çevrelerin, yıllardır, askeri siyasete yeniden müdahale için zorladıkları ortada iken..

10 yıllık bir yönetim sorumluluğunun sonunda askerin siyasete ve iç yönetime çağrılabileceği ihtimalinden söz edilmesi bile, başlı başına, bir çaresizlik işareti vermektedir.

*

Dikkat edilecek olursa, T.C"deki mevcud sistem içinde, AK Parti"yi dengeleyecek bir başka parti görülmediği için, emperyalist odaklar, Türkiye"deki durumun AK Parti"siz olamıyacağını görüyorlar ve menfaatlerinin korunabilmesi için, yine de istikrara ihtiyaç bulunduğunu gözönünde bulundurarak, sadece Tayyîb Erdoğan"ı yıpratmaya ve hattâ bertaraf etmeye yönelik bir uluslararası entrikayı tezgahlamaktan meded umuyorlar.

Ve yazık ki, partisi içinde, Erdoğan"ı, hele de böylesi tehlikeli zamanlarda dengeleyebilecek, yerine alabilecek ve milyonların güvenini, itimadını da kazanacak ve bu ülke müslümanlarının da bu çapta bir ikinci bir ismi ortaya çıkarabilmeleri ihtimali, ufukta henüz gözükmüyor.

Ve ortalık büyük çapta sütliman iken, ve hattâ ülkeyi 30 yıldır derinden yaralayan bir türkçülük-kürdçülük boğuşmasına bile, yine ancak Erdoğan"ın güçlü liderliği sâyesinde mâkul bir çözüm yolu bulma eğilimi ortaya çıkmış iken, Türkiye"nin bir anda, dünyanın en kargaşa içindeki bir ülkesi gibi gösterilmesinde, "bana her şey, uluslararası bir entrikayı hatırlatıyor."

 

haksöz

Bu yazı toplam 1672 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar