Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

’Ateş-Kes’ sürecinde gerçekten de uyundu mu?

Bu sütunlarda daha önce de değinildi, tekrarlıyalım..

’Çete Savaşı’ zordur, nutuk çekerek karşı konulamaz.. Çünkü, düzenli orduların düzenini bozan bir eylem, bir saldırı olduğu zaman, o düzenli güçler toparlanmakta zorlanır. Çete savaşı veren güçler ise, ancak düzenli birlikler haline geldikleri zaman zaafa uğrarlar..

Bir çete savaşçısının, bir gerillanın tek başına veya bir-kaç kişiyle gerçekleştirdiği bir saldırı, saldırı noktasındaki kamu düzenini bozmaya yetebilir ve o kamu düzenini yeniden sağlamak için düzenli orduların onlarca askerini vazifelendirmesi gerekir..

Çete veya gerilla ise, tek başına veya bir-iki kişi halinde olduğu ve belirli bir üniforma içinde bile olmadığından daha bir kolay gizlenir. Hattâ, halkın içine karışıp, saldırılan bölgedeki kamu düzeninin yeniden kurulması için yardım çalışmaları(!)na bile katılır.

 Bu bakımdan, geçmişte çokça söylenen, ’Şöyle olacaktır, böyle yapılacaktır, ezileceklerdir, yok edileceklerdir..’ vs. gibi, hışımlı lafların şimdilerde edilmemesi doğrudur. Çünkü bu gibi laflar, silahlı güçlere her zaman moral vermez, bazanpanikleme duygusu da verir..

Kurdun kargayı yakalamasının zorluğu ortadadır; o, ancak, artık uçma gücünü kaybettiği anlarda yakalanabilir.  Karganın kurdu yenmesi ise, ancak, kurdun zâten son nefesini vermekte olduğu gibi istisnaî durumlarda sözkonusu olabilir. Savaşlar hakkında iddialı sözler söylemek yerine, neyi, nerede ve ne zaman yapacağı bilmek kararlılığı önemlidir.

Şimdi, son zamanlarda, hele de Haziran seçimlerinden sonra ortaya çıkan duruma bakarak, ’Çözüm Süreci’ diye diye bu noktaya gelindi..’ diyenler ve devletin uyuduğunu, PKK’dan kaçıp geldiği söylenenlerin toplum içinde uyuyan hücreler haline getirildikleri gibi yorumlarda bulunanlar da yanlış söylemiyor olabilir.

Eğer denildiği gibi, böyle bir değerlendirme sahiden de yapılmamış mıdır?

Sadece T.C. sistemi için değil, her rejimde, ’ateş-kes’ durumları daima netâmelidir. Çünkü, taraflar bilir ki, ’ateş-kes’  her an bozulup, savaş her an yeniden başlıyabilir; bu yüzden eller tetikte olur, hep.. Ve kimse öbür taraftan geride kalmak istemediği gibi, ilk ateşi açanın kendisi olduğunu da göstermek de istemez.. Ateşin başlıyacağı anlarda da böyledir bu.. Taraflar, ’ateş-kes’  başlamadan önceki son anda kazanılan mevzileri kendi lehlerine daha da genişletmek isterler. Bunun için de bir takım mizansenler hazırlanır..

Nitekim, son dönemde, 7 Haziran seçimlerindeki başarılı durumu kendileri için bulunmaz fırsat olarak gören PKK, sistemi kenetleyebileceği ve düzeni çalışmaz hale getirebileceği kanaatine erken vardı ve ’ateş-kes’i bozduğunu açıklayarak, inisiyatifi elinde tutmaya çalıştı. 

*

Bu açıdan, T.C. ve / PKK arasındaki ’âteş-kes’ durumu olduğu zamanlarda, her iki tarafın da uyumadığını düşünmek daha mâkul olur.. Her iki taraf da, kendisini, durumun ilerlememesi halinde, zayıf duruma düşürmeyecek şekilde yığınla manevralar, taktikler geliştirmiş olabilir..

Ama, PKK’nin eli, hem çete savaşı yapması ve hem de içerdeki Tayyib düşmanlığı’nda birleşen muhaliflerin fiilî desteği, hem de dışarda, uluslararası zeminde Tayyib düşmanlığında birleşmiş güçlerin bütün destek ve imkanlarına sahib olmak açısından daha açık.. Üstelik, T.C. tarafı, devlet olmanın gerekleri yüzünden, her şeyi kanunlara uygun, kanunî imkanların dışına çıkmayacak şekilde yapmak zorundadır.. Tayyib Erdoğan faktörünün kırılması halinde, bu ülkenin güçsüzleşip, kendileri için tehlike olmaktan uzaklaşabileceğini düşünüyorlar.  Onun için vargüçleriyle, başta propaganda savaşı olmak üzere, psikolojik savaş’ın bütün silahlarını ona yönelik olarak devreye sokuyorlar, topyekûn..

*

Pennsylvania’nın adamları ve HDP’li ’eşbaşkan’lar kolkola..

Bu noktada, 3 sene öncelere kadar Tayyîb Erdoğan’ı vargücüyle destekleyen F. Gülen medyasının en öndeki isminin, geçtiğimiz günlerde, aynı odağın ticarî KOZA- İPEk Holding isimli kuruluşa bir operasyon yapılması üzerine çılgına dönüp, bir tv. ekranında, Tayyib Erdoğan hakkında, ’Gidecek.. Gitmezse, götürürler.. Burası Türkiye.. Sen halkın sırtına bin, inmeyeceğim, de.. Bu kabul edilemez..’ gibi kahramanlık nutukları çekmesi ve amma, arkasından, hakkında Cumhurbaşkanı’na hakaret gerekçesiyle (şikayete bağlı olmaksızın, savcıların re’sen başlatmak zorunda oldukları) bir soruşturma açılacağını öğrenir öğrenmez, kıvırması, kelimenin tam mânâsıyla traji-komik idi.. Çünkü, onun hakkında daha önceleri hüsn-ü zann besleyen bu satırların sahibi gibi niceleri, bir kişinin bu kadar ucuz kahramanlıklara tevessül edebileceğini ve sonra da başkalarının ahmak yerine koymak istercesine bir kurnazlık sergileyip, ‘Allah aşkına, bu sözlerimin neresinde Tayyib Erdoğan var?’ demesi, ilginç bir ‘şahsiyet örneği’ oluşturmuştur.

Aynı kıvırma örneğini S. Demirtaş da sergiliyor sık sık..

O da, o da Zaman’daki arkadaş gibi, muhatablarını ve kamuoyunu kurnazlıkla yanıltmıyorsa  zekî kimselerden birisi olarak nitelenebilir. Ama, bu zekavet durumu, kendisini daha bir küçülten ve komik duruma düşüren bir noktaya doğru ilerliyor. Çünkü, partisinin eşbaşkanı olan hamfendi her durumda, ‘şahin’ tavrı sergilerken, kendisi, ülkenin doğusunda aynı havaya uygun laflar ederken, batısında başka bir görüntü ile çıkıyor ve barış güvercini havasında kanat çırpıyor.. Yur dışına çıkınca da; ülkenin doğusunda konuştuğu gibi.. Ama, sıkıyı görünce, hemen yelkenleri indiriyor ve hukukçu olmasının da etkisiyle, mâsumiyet maskesini takınan söylemlerle barış güvercini konumuna dönüşüyor.

Ama, kusura bakmasın, bu oyunu artık dünkü destekçilerinden niceleri de şüpheyle karşılıyor.

 Nitekim.. 5 Eylûl günü Berlin’de, ’Halk karşısında bütün ordular çaresizdir. İşte Tayyib Erdoğan’ın sarayının ordusu ve polisi de… Yenildiler, yine yenilecekler.’ diyordu..

O, Tayyib Erdoğan’ın sarayının ordu ve polisi derken, kelime oyunlarının ardına saklanıyordu. Çünkü bu sözler, bir kanunî soruşturma halinde, ‘Ben onun etrafındaki muhafızları kasdettim’ diyebilecek şekilde söylenmişti.. Ama, o daha da erken davrandı ve Hakkarî’nin Çukurca ilçesi Dağlıca kesiminde PKK tarafından gerçekleştirilen saldırı haberleri ve -açıklanmamış olması hasebiyle-askerî açıdan epeyce bir kayıp olduğu tahminleri ortaya çıkınca, Berlin’deki sözlerinden sadece bir gün sonra, ’Öldürmenin gerekçesi olamaz, insanlarımızı ölüme sürmenin de. Her gün hepimizi kahreden ölüm haberleri kaderimiz de olamaz. ’ diyordu; ama, asıl failin kim olduğunu söylemeden, ya da onu kurnazlıkla gizleyebileceğini sanıp, hayalet taşlamayı sürdürerek,  kahrolduğunu açıklıyor ve yine ’barış’tan söz etmeyi sürdürüyordu: Halkın yoksul çocuklarına sadece ölümü reva gören, annelerin barış düşüne kan sıçratan savaş politikalarına teslim olmayacağız. Kin ve nefret kusmak yerine bu felaket tezgahından çıkışın yollarını hep birlikte bulmak zorundayız.  Şartlar ne kadar zor olursa olsun barış’ta ve kardeşlikte ısrar etmek dışında her yol bizleri insanlığımızdan uzaklaştırır, acılarımızı derinleştirir. Allah hepimize sabır ve akılla davranma dirayeti nasip etsin.’ diyordu.. ’Âmin..’ diyelim de, bir gün öncesindeki sözlerinden bir gün sonra, bu kadar ılımlı konuşması bir mânâ taşımıyor mu? *

Ve, ’Mumcuzâde Özgür Bey’e..

Özgür Bey! Siz gıyaben tanıyorum. Sizin ise, benim adımı babanızın katledilmesiyle ilgili savcılık iddianamelerinden ya da son günlerde hakkımda yazılıp çizilenlerden duyduğunuz anlaşılıyor. 

‘Sosyal medya’ denilen elektronik iletişim alanında beni hedef alarak yazdığınız, kinaye ve istihzalarla dolu yazınız bir hayli yaygınlaştırılmış olmalı ki, bir çok kimselerce bana da ulaştırıldı..

Hakkımda yazdıklarına, ‘ esprili bir polemik yazısı..’ diye gülüp geçebilirdim. Size yazmak ihtiyacını duyuşum, kesinlikle kendimi savunmak için değil; muhatabımın, herşeyden önce, küçük yaşta babasının, bombalı bir suikasdde parçalanışının korkunç travmasını yaşamış birisi olması.. Onun ve o ailenin acılarına saygılı olmamın gereği..  

Babanızın katledilmesini yurt dışında duydum ve o cinayetle, bütün mukaddesatım adına yemin ederek söyleyeyim ki, öncesinde ve sonrasında zerre kadar bilgim ve ilgim olmayan birisiyim.. Ve sadece babanız için değil, haksız yere öldürülen her insan için üzülürüm. Çünkü, benim inancım, ‘bir insanın haksız yere öldürülmesini, bütün bir insanlığın öldürülmesi’  olarak bildirir.

Özgür Bey! İstanbul Hukuk Fakültesi’nin son sınıfında olduğum 1972’nin son aylarından beri, günlük yazı hayatındayım. Mevcud rejimin boğduğu alanların kıyısında- köşesinde tutunmaya ve kendi doğrularını anlatmaya çalışmış ve bu uğurda hapis cezaları dahil bir çok bedeller ödemiş ve yine de, eline kaleminden başka silah almamış birisi olarak belirteyim ki, babanla farklı dünyalarımız olduğu açık idiyse de, lehinde veya aleyhinde hiç bir yazı yazdığımı hatırlamıyorum. Hiç karşılaşmadım da.. Benim gibi düşünmeyenlerin yok edilmesini ise, hangi inanç veya ideoloji adına olursa olsun hep zorbalık olarak gördüm.

Hakkımda yapılan ‘tetikçilik ya da bazı tetikçileri azmettirdiğim’ gibi suçlamalar bir takım işgüzar savcıların iddianamelerinde kalsaydı, umursamazdım.  Ama, o gibi yalan iddiaları, bir cinayetin deriin acısını yaşamış bir evlad da tekrarlamak yanlışına düşünce, ona kendimi savunmak adına değil, gerçeğin anlaşılması açısından yazmak gereğini duyuyorum.

Özgür Bey..  Hür insan, kendisine ve başkalarına aid sınırları bilen ve gözeten insandır; istediğini yapan, söyleyen, yazan değil.. Belirtmeliyim ki, 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi sonrasında yurtdışına çıkışım (size göre ‘kanun kaçağı’ oluşum), sadece, yazılarımdan dolayı 30 kadar ayrı dava ile 163. maddeden yargılanmakta olduğum için idi. 28 Şubat 1997 Zorbalığı döneminden sonra ise,  ‘Kudüs Kurtuluş Ordusu’ diye bir örgüt kurduğum suçlamaları icad edildi. O iddia doğru olsaydı, onu bir de iftiharla kabul ederdim.

Star’da yazmaya başlamış olmamı Ethem Sancak beye vurmak için kullanmanız veya Tayyip Erdoğan’la ilişkilendirmeniz çok haksız bir saldırıdır.  Tayyip Erdoğan’ı sevmek veya sevmemek ya da desteklemek veya karşı çıkmak suç mudur?

Zulme uğramış olmanız, başkasına zulmetmenizi haklı kılamaz. Hayatını en zor şartlar altında da, vicdanını satmadan, kalemiyle kazanan birisi olarak bir yayın organında yer alışım, sizi niçin rahatsız ediyor?

35 yıl yurt dışında kaldıktan sonra ve Tayyip Erdoğan’ın da iktidarının ancak 13. yılında ve kürd siyasetinin bazı isimlerine mahkemelerce tanınan‘tutuksuz yargılanma güvencesi verilmesi’ uygulamasının bana da tanınmasını çarpıtıp, ‘devlet, kimi kaatil olarak kullanacağını bilir’ gibi ucu açık ithamlarda bulunmanız,  size yakışır mı bilmem; ama, bana yapışmaz.

Yurt dışından geldim ve Fatih’te kardeşlerimin kiraladıkları bir evde oturuyorum. İktidarlardan beslenecek bir tıynette değilimdir.  Böyleyken.. Tanımadan çamur atmanız ve ‘kanla abdest alıp namaza durmak’ gibi ifadeler, ağır bir saldırıdan başka bir şey değildir.

Hayırlı günler dileğimle..

*

dirilişpostası

Bu yazı toplam 850 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar