Arap Baharının Bakiyesi ve Ölümlerden Ölüm Beğenen İslam Alemi

Arap Baharının Bakiyesi ve Ölümlerden Ölüm Beğenen İslam Alemi

Milli Gazete yazarı Yusuf Kandemir; 'Arap Baharını yazdı

Milli Gazete yazarı Yusuf Kandemir; 'Arap Baharını yazdı

Hâlihazırdaki İsrail Askeri İstihbarat Şefi

“2011’den bugüne bölgede yaşanan olayların İsrail’i daha istikrarlı ve güvenli kıldığı bir gerçek. Bazı pragmatik Sünni ülkelerin çıkarları da şu an bizim çıkarlarımızla örtüşüyor. Bu ilginç bir gelişme ve bunda birçok fırsatlar var.”

Moşe Ya’lon

Geçtiğimiz günlerde görevini Avidgor Libermann’a devreden İsrail Başbakan Yardımcısı.

“Suriye’nin yeniden birleşik bir devlet haline gelmesi artık imkânsız. Bizim için Suriye artık omlet olmuş bir yumurta gibi.”

Arap Baharı denilen 5,5 yıllık sürecin bakiyesi, Siyonist çete üyelerinin işte bu cümlelerinde gizliydi.

İsrail’in güvenliği, İsrail’in istikrarı. Bunun karşılığında da tabii olarak İslam âleminin istikrarsızlığı, Müslüman topraklarının da güvensizliği. Kaosa ve anarşiye teslim edilmiş bir coğrafya. Harabeye dönen şehirler. Kan deryası haline gelen sokaklar. Parçalara ayrılan ülkeler. Evini ve yurdunu terk etmiş, mülteci olmuş bir ümmet. Arzuladıkları şey tam da buydu. 

***

Her şey, ülkesindeki açlığa ve yoksulluğa karşı isyan eden Tunuslu bir gencin kendisini yakmasıyla başlamıştı.

Çakan ateşle sözüm ona zalim diktatörlükler yıkılacak, köhnemiş sistemler çökecek, işbirlikçi yöneticiler hesap verecekti. Fakat geçen 5,5 yılın ardından, o köhnemiş sistemler cilalandı, parlatıldı ve yeniden önümüze kondu.

İşte o Tunus bıçak sırtında bugün.

Nahda lideri Raşit Gannuşi, ülkesinde herhangi bir çatışma yaşanmaması için çırpındıkça çırpınıyor. Libya yedi parçaya bölündü. Muammer Kaddafi linç edilerek öldürüldü. Kaddafi’nin ardından ülkede nizam, intizam kalmadı.

Eline silahı geçiren otoritesini ilan ediyor. Ölen de, öldüren de Müslüman. Petrol kuyuları üzerinde güç savaşları yaşanıyor. Libyalılar kurtuluşu Avrupa ülkelerine kaçmakta arıyor. Çoğu da Akdeniz’in karanlık sularında can veriyor.

***

Mısır’da Hüsnü Mübarek hayli kolay sayılabilecek bir yöntemle devrildi.

Hâlbuki aynı Mübarek kırk yıl ülkesini demir yumrukla yönetebilmişti. Kırk yıl boyunca astığı astık, kestiği kestikti. Bir yıllık geçiş döneminin ardından, İhvan-ı Müslimin hareketi tarihinde ilk kez seçimlere girdi.

Muhammed Mursî kıl payı farkla Cumhurbaşkanı olmuştu. Hepimiz sevinmiş, hepimiz umutlanmıştık o gün.

Lâkin henüz birinci yılını bile doldurmadan, Mursi’nin ne kadar da yalnız olduğu ortaya çıktı.

Petro dolar zengini Arap rejimleri darbecilerin finansörüydü.

Miting meydanlarında Rabia işareti yapmaktan, Mursî afişlerini de oya tahvil etmekten öteye gidemeyen AKP’li yöneticiler ise, o finansörlerle gayet sıkı fıkıydı.

Neticede Mursî ve İhvan-ı Müslimin önderleri tüm dünyanın gözleri önünde hapsedildi.

Meydana gelen olaylarda İhvân mensubu binlerce insan öldürüldü. Evet, İhvan eline silah almayarak büyük bir iş başardı. Ancak bir asırdır ilmek ilmek örülen emeklerin heba edilmesine engel olamadı. Böylece Mısır, yeniden çağımızın bir başka firavununa teslim edildi.

***

Türkiye ile arasında yaklaşık 900 kilometre kara sınırı bulunan Suriye’de yaşananlar ise, Arap Baharı’nın etkilediği ülkeler arasında en dramatik olanıydı. 2011 Nisan’ında, olaylarda hayatını kaybedenlerin sayısı henüz üç haneli rakamlara ulaşmamıştı.

Tam da bu sıralarda CIA Başkanı Leon Panetta, gizli bir ziyaretle Ankara’ya geldi ve beş gün boyunca başkentte âdeta kamp kurdu.

Söz konusu sınır bölgesine başta John Mc Cain ve Joe Lieberman olmak üzere, Amerikalı senatörlerin biri geldi, biri gitti.

Suriye, 21. asrın gördüğü en büyük iç savaşlardan birine hazırlanıyordu.

Henüz iç savaşın ilk aylarında, ateşkes ve arabuluculuk teklifiyle Suriye’ye giden Genel Başkan Mustafa Kamalak liderliğindeki Saadet Partisi heyeti bile, iktidar medyası tarafından “Esetçi” olarak yaftalanmaktan kurtulamadı.

Akıllar tutulmuş, gözler kör olmuş, idrakler bozulmuştu.

O vakitler AKP elitleri, Amerikalı dostlarından aldığı işaretle, Eset yönetiminin birkaç hafta içinde devrileceğini söylüyor, en yetkili ağızlar Emevi Camii’nde namaz kılınacağını haykırıyordu.

Oysa Suriye zaten İslam toprağıydı, kardeş ülkeydi. İç savaş başlayana kadar, Şam medreselerine yolu düşmeyene İslam âlimi bile denmiyordu. Suriye rejiminin de mahiyet bakımından bölgedeki diğer diktatörlüklerden hiçbir farkı yoktu.

Suriye iç savaşı bugünlerde 5. yılını doldurdu. 5 yılda hepsi de birbiriyle savaşan türlü türlü örgütler üretildi. Sınır şehirlerimize füzeler ve roketler düştü. En büyük şehirlerimizde Suriye menşeli bombalar patladı, onlarca canımız gitti.

Tıpkı Libya’da olduğu gibi, Suriye’de de ölen de, öldüren de Müslüman’dı.

Bunun yanında ülke, Amerika ve Rusya gibi şer odaklarının atış poligonu haline getirildi.

Altı yüz bine yakın insan hayatını kaybetti. Nüfusun yarısı vatanından oldu. Kalan yarısı da ölümlerden ölüm beğeniyor. 

***

Oysa günümüzün Müslüman coğrafyasında, Batılılar tarafından desteklenen diktatörlere karşı girişilecek hiçbir silahlı mücadeleden netice alınması mümkün değildi.

Çünkü bu coğrafya yüz yıl önce böyle planlanmış ve bu günler için kurgulanmıştı.

Müslüman halklar on yıllar boyunca işbirlikçi yönetimlerce ya cahil bırakılmış, ya da dinleri ve kültürleri unutturularak yozlaştırılmıştı.

Bu coğrafyada kendi zalim yöneticilerine karşı başlatılan silahlı kalkışma eylemlerinin ancak ve ancak daha çok ölüm ve daha çok zulüm getireceği açıktı.

Üstelik bunca yıkımın ardından İslami hareketlerin de yüz yıllık birikimlerinin berhava edileceği bilinmeliydi.

Başımıza çorap örülmek istenmiş ve başarılmıştı. Zaten vakti zamanında Büyük Ortadoğu Projesi diye pazarlanan şey de buydu.

Hâlbuki Müslüman coğrafyasındaki İslami hareketlerin izlemeleri gereken tek yol; silahlı isyanlar yerine, içinde yaşadıkları toplumun tamamının kalplerini fethetme yolu olmalıydı.

Cahil bırakılan, şuursuzlaştırılan ve yozlaşan geniş halk yığınları, şuurlu Müslümanlar tarafından güzel ahlâkla tanıştırılmalı…

Hayatın her alanında iyi örnek olunmalı…

O yığınlara gerçek kimlikleri hatırlatılmalı…

Kalpler fethedilmeli ve Siyonist rejim adı altında ete kemiğe bürünen asıl düşmanın üzerine de, öyle yürünmeliydi.

Özlenen ve beklenen adalet çağı ancak böyle başlatılabilirdi…

Yeni bir dünya ancak böyle kurulabilirdi…

Müslümanlar olarak arzuladığımız ahiret saadeti de, ancak böyle kazanılırdı.

Ve fakat idarecilerimiz ferasetsiz olunca, bizim bahtımıza da sadece hicran düştü.