Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Anlaşılması son derece zor bir çifte standartlılık durumu..

Ortadoğu"da, arab beldelerinde bir yıl öncelerden başlayan ve bütün bölgeyi derin çaltantılar ve ateşler içinde bırakan gelişmeler üzerine defalarca yazdım, herbirisi hakkında..

Ama, Suriye konusunun en çetrefillisi olacağı tahmin ediliyordu.. Bu ülkeyle ilgili olarak da yazdım, defalarca.. Ama, hele de İran"ın Suriye rejiminin yanında yer aldığı ve bunun stratejik bir beraberlik olduğunu açıklamasındana sonra, o konuda, yazdığım her yazıya, özellikle de İran paralelinde olmayan görüşler belirttiğim için, yığınla tepkiler, eleştiriler ve hattâ aşağılık hakaret mesajları aldım. Ayrıca, bu yoldaki eleştiri sınırlarını aşan ve okuyucu yorumu adı altında bir takım şifreli isimlerle yazanlar da oldu.. Yazdıklarına kendi isimlerini açıkça yazamıyacak kadar "cesur" olan kimselerin bu gibi saldırılarına da eyvallah..

Bazılarına zaman zaman açıklamalar yaptım..

Kimileri, benim İran"dan çıktıktan sonra değiştiğimi söyledi..

Bazıları da, benim İran"dan çıkarıldığım yazdılar..

Halbuki, ben İran"dayken de bazı eleştirilerimi açıkça dile getiriyordum, yazılarımda..

Ve, İran"dan ne çıkarılmışımdır, ne de çıktığım için görüşlerim değişmiştir..

İnqılab"a karşı olanlarla inqılab"ı yapanlar arasındaki saflaşmada benim yerim, inqılabçıların yanı idi, taa baştan beri.. Ve bu durum bugün de öyledir..

Ama, inqılabı gerçekleştirenler arasında bir ihtilaf meydana geldiğinde, her iki tarafındakilerin de doğruları veya yanlışları vardı ve her iki taraftan da etkin yerlerde dostlarım-arkadaşlarım bulunduğundan, o ihtilafın içinde yer almak ve taraflar arasında bir tercihte bulunmak benim için zor olacağından, İran"dan ayrılmayı düşünüyordum..

Gidebileceğim fazla bir yer de yoktu, o da ayrı..

Bir vesileyle daha önce hiç görmediğim Batı Avrupa"ya geçtim ve pasaportum vs. olmadığı için, yıllardır kaldım..

Mesele budur..

(Bazıları, benim Batı Avrupa"da hangi şartlarda yaşadığımı bilmediklerinden, zevk"u safa içinde keyif sürdüğümü de sanmaya devam edebilirler.. Onlara bir şey demiyorum..)

Bu arada da, bulunduğum her yerde, doğruluğuna inandığım hususları bulabildiğim her mâkûl vasıta aracılığıyla topluma duyurmaya çalıştım..

"Bunları burada tekrarlamanın ne gereği var?" denilebilir.. Ama, yapılan yığınla tartışmalarda, "fakir"in de malzeme olarak kullanılmak istenmesine karşı, zihinleri bulanabilecek olanlara karşı bir sorumluluğum olduğundan ve de bu gibi yaygın tartışma ve iddialara açıklık getirebileceğim başka bir platform da olmadığından bir açıklama yapmayı da bir gereklilik olarak hissettim; bağışlana..

Sadece şu kadarını belirtmek istiyorum..

İnsan, bulunduğu ülkeye göre kanaat ve fikir mi taşır?

Ömrümün ilk yarısını TC"de geçirdim diye kemalist-laik mi olacaktım? 15- 20 yıla yakın bir zamanı Anadolu yarımadasının doğusundaki coğrafyalarda geçirdim diye o coğrafyaların resmî ideoloji veya siyasetlerini mi kabullenecektim? Ve şimdi de son 10 yıldır Batı Avrupa"dayım diye, hristiyan, demokrat, vs. mi olacağım?

Bu gibi eleştirileri yapanlar kendi yaşadıkları coğrafyalara göre bukalemunvarî renk değiştiren yaratıklar olarak mı görüyorlar, insanları?

*

Bu gibi konularda sataşmalara karşı son birkaç içinde yaptığım açıklamalardan bazılarını büyük çapta burada tekrarlamak gereğini duyuyorum:

"Suriye Yangını, Türkiye ve İran"ı karşı karşıya getirir mi?" başlığıyla, 9 Ağustos 2011 tarihinde yazdığım yazıya gelen yorumlar üzerine, şu açıklamayı kaleme almışım:

'S. S. isimli yorumcu, 1970 Eylûlü'nde 30 bin kadar Filistin'linin topa tutularak katledilmesini hatırlatırken, bunu Hâfız Esed'in yaptırdığını söylemektedir..

Burada, sanıyorum bir bilginin yanlış hatırlanması sözkonusu..

Hâzız Esed'in benzer zulümleri aynı katliâmları yapmıyacağı veya temize çıkarılmak istendiği şeklinde anlaşılmaması kaydıyle belirteyim ki, Arafat'ın liderliğindeki Filistin'lilere karşı o korkunç cinayeti işleyen kişi, Ürdün Kralı Huseyn idi..

Müslüman coğrafyalarında Esed Hanedanı gibi zâlim yönetimler o kadar çok ki.. Bu yorumcu kardeşin hatırladığı, sanıyorum, Hâfız Esed'in Lübnan'ın Trablus-şam şehrinde, merhûm Şeyh Saîd Şaban liderliğindeki Tevhîd Hareketi'ne karşı aylarca sürdürdüğü kanlı savaş ve katliâm ve imha hareketidir.. (...)

Birkaç noktaya daha değinmek gerekiyor..

1- Her yorumu okur ve eleştirilerden ve doğrularından istifade etmeye çalışırım.

2- Söz ve yazılarımda, doğru olduğuna inandıklarımı dile getirmeye çalışırım.. Yorumcuların aktardıkları bilgilere şahsen sahib değilim. Sırf, propaganda için oluşturulmuş bazı bilgileri kabul veya redd konusunda temkinli davranırım.

3- Bazı yorumcuların, kendileri için doğru kabul ettikleri kendilerini; beni de, kendi yazı ve sözlerim bağlar. Söylemediklerim bana nisbet edilemez. Kişi, kendi söz ve yazılarından sorumludur; başkalarının algılamalarından değil.. Elbette, yanlış algılamaya gelecek şekilde yazmamak da bir sorumluluktur.

4- Bana ısrarla, 'filanı suçla, falanı şöyle nitele, böyle nitele..' gibi hatırlatmalarda, telkınlerde bulunanlara, bu gibi talebleri doğru bulmadığımı ve de kimseyle polemiğe girmek niyetimin de olmadığını tekrar belirtmek isterim.. Herkes kendi görüşünden sorumludur.

5- Müslüman coğrafyalarında, özellikle Ortadoğu'da cereyan eden ve oldukça karmaşık ve çok yünlü mahiyetleri olan gelişmeler hakkında, kesin bilgiye ulaşmadan görüş belirtmenin zorluğu ortadadır. Yazılamıyan- görülemiyen nice gerçekler de vardır.

Ama, dile getirdiğim hususlar, doğruluğuna inandığım hususlardır. Bu, başkasının da benim gibi düşünmesini istemek mânasına gelmez ve başkaları da benim mutlaka kendileri gibi düşünmemi isteyememelidir.

Hele, benim söylemediklerimi bana nisbet etmek, haksızlıktır.

Müslüman toplum ve coğrafyalarında olup bitenler üzerine, elbette müslümanlar arasında da şiddetli görüş ayrılıkları vardır. Böyle bir durumda, onları birbirine daha bir düşman edecek şekilde davranmayı, müslüman hassasiyetiyle bağdaştıramam.

6- Yığınla emperyalist-şeytanî entrikaların döndüğü bir zaman diliminde, bazı doğru sözlerin bile eğri muradlar için kullanılabileceğini de unutmamak gerekiyor.. Fitneden kaçınmak, keskin sirke durumuna düşmemek, hepimiz için bir sorumluluktur.

*

9 Eylûl tarihli ve, "Hatadan dönmek de irfandır da; Basra harâb olmadan.."

yazıma gelen eleştiriler ve daha fazlası üzerine de, aynı gün, şu açıklamayı yazmışım:

"M. T. isimli yorumcu, muhatabını ne pahasına olursa olsun, rencide etmek ister gibi bir tavır sergiliyor..

Mâlikî'nin, Saddam zamanında 30 yıla yakın çetin bir İslamî mücadele içinden geçtiğini söyledim, yine söylüyorum.. Bu, onun bugün yanlışlar yapmadığı mânasına gelmez, ama, onun geçmiş müslüman kimliğini yok sayan bir uşaklık iddiası da bence çok ağır bir bühtan olur..

Hâmid Karzaî ise, Amerikan petrol kumpanyalarında bir uzman olarak yıllarca çalışan birisi olmaktan başka özelliği olmayan birisi..

Şimdi, bu ikisini, aynı kefeye koymak insaf mıdır?

Böylesine farklı geçmişleri olanlar için, 'birisi sünnî olduğu için kukla, diğerini şiî olduğu için vatanperver oluyor değil mi?' diye bir soruyu sorabilen birisine söyleyecek söz bulamıyorum.

Elbette ki, kuklanın şiîsi -sünnîsi yoktur.. Eyad Allavî'nin de şiî kesimden olduğunu ben yazdım, ama, o tipik bir Amerikan kuklası idi.. Nitekim, bir yıl kadar bile hükûmet edemedi.. Irak halkı, onu kabul etmedi..

Ve, amma, halk çaresizdi.. 35 yıllık Baas rejimi yıkılmış, ordu ve polis gücü dağılmış, ülke perişan ve viran olmuştu.

Kim neyin mücadelesini nasıl verecekti, bilinmiyordu.. Öyle bir durumda, İbrahîm Caferî ve Nurî Malikî, bir bakıma zorla kabul ettiler, o vazifeleri.. Çünkü, şiî veya sünnî gruplar başka bir isim üzerinde birleşemediler.. Bir başka alternatif olmayınca, müslümanlardan bir kimsenin müslümanları yeniden örgütlemek için çalışmasında ne yanlışlık vardır?

'ABD'yi Irak batağından şiî dostları kurtarmıştır..' diye sığ laflar eden kişi, bütün bunlardan sonra, büyük ihtimalle, kendisinin mezheb taassubu olmadığı iddiasında da bulunacaktır..

İran'ın Suriye'deki cinayetler karşısında takındığı tavır, onun inqılabçı geçmişine yakışmayan çok yanlış bir stratejik değerlendimenin sonucu iken, onu şiî dayanışması gibi görmek, bu iki rejim arasında hiç bir aqîdevî benzerlik olmadığının bilinmediğini de göstermektedir..

Yazık..

*

Aynı yazıya, 11 Eylül 2011 günü yazdığım bir başka açıklamadan..

(...)

Malikî hakkında Amerikan kuklası deyip geçmek kolaydır. Ama, Amerika, Irak'da halkın kabul edeceği başka kimseleri bulamamadığından ona tahammül etmektedir.. Şiî kesim içinden sayılmakla birlikte laik olan Ahmed Çelebi ve Eyad Allavî isimler tutunamadılar.. İbrahim Caferî'nin başbakanlığında birleşildiğinde ise, Amerika ona 1,5 seneden fazla tahammül edemedi.. Ve sonra yine kimse bulunamayınca; Caferî'nin yardımcısı Malikî getirildi. İşgalci Amerikan emperyalizmi ondan da memnun değil, ama, çaresiz.. O da mevcud savaş şartları içinde ülkesini ve halkını nasıl düzlüğe eriştirebileceğinin çabalari içinde.. Ve, ben onu birçok yanlışları olsa bile, bir uşak ve kukla olarak bilmiyorum.

Ahmed Şah Mes'ud merhûm ve Rabbanî ve digerleri hakkında da ben bazı arkadaşlar gibi kestirmeden yorumlar yapamıyorum..

Keza, İran ve Hizbullah'ın da Amerikan projelerine hizmet ettiğini söylebilen birisine ne diyebilirim..

Taktik ve stratejik hatalar olduğu daima tartışılabilir. Ama, herkese göre değişebilecek hedeflerin sıhhati konusunda şübhe yoksa, ağır suçlamalardan kaçınmak gerekmez mi?

Bir arkadaş da, İran hakkında eleştiri olunca hemen tepki veriyor ve sanki Erdoğan"ın da hemen eleştirilmesi şartmış gibi bir beklentiyi öne çıkarıyor. Tersinden, Erdoğan'ı övünce de hemen İran'lı yetkilileri mi övmek gerekiyor? Kaldı ki, dikkatlice okuyanlar yeri geldiğinde Erdoğan için de eleştiriler yaptığımı görürler.. Ama, bir karşıtlık duygusu taşıanların bunları farketmesi zordur..

*

23 Eylül 2011 günü ise, "Tabular, zihinlerde diktatörlükler kurarak da oluşur.." başlığıyla şunları yazmışım

"Yorum yazan bazıları, ya yazıyı okumadan, ya anlamadan, ya da, her ne yazılırsa yazılsın, bir şeyler sıçratmak için yazıyorlar.

İran ve Türkiye Suriye konusundan dolayı, ciddî bir diplomatik zıdlaşmaya sürüklendiler.

Bu konu yorumlanmak istenince, birilerinin zihinlerinde 'tabu'lar, kutsal yasaklar oluşturdukları anlaşılıyor. Bu gibiler, fırsat bulsalar diktatör olabileceklerinin işaretlerini veriyorlar. Bereket ki, İran'da böyleleri çok az.. Yoksa, karşı görüştekilerin hali ne olurdu? Bu gibiler, İran medyasında neler yazıldığından da habersizler..

İllâ da bir tarafı övmek, diğer tarafı yermek yolunu seçenler, mantıkî muhakemeye elbette kapalı olurlar.

Birisi, niye hep İran'ı eleştiriyorsunuz, 'İran size ne yaptı?' diye soruyor.. Olumlu veya olumsuz yönde bir yorum yaptığınızda, illâ da birilerinin size bir şey mi yapması gerekir? Böyleleri, aynı soru, ters çevrilip kendilerine sorulsa, ne derler? Kaldı ki, bu yazıda, mesele, devletlerin rejimleri ve resmen benimsenen yol haritalarına göre ele alınıp, İran ve Türkiye'nin İslamî ve laik resmî kriterler arasındaki farka dikkat çekilmiştir. Ayrıca, Erdoğan'ın eleştirisi de her zaman yapılır, doğruları da benimsenir.. İran için de durum aynıdır. Birilerine goygoyculuk yapmaya değil, hadiseler yorumlanmaya çalışılıyor.. Doğru olduğuna inandıklarını yazana tahammül edemiyenler, beyin ve kalblerini kiralamış kimseler mi arıyorlar?

Suriye konusunda kimisi, İran'ı mazur göstermeye çalışmakla suçlar beni; kimisi de, İran'ı eleştirtirdiğim için.. Suriye'de İslamî bir çözüm alternatifi var mı diye, kan dökülmesine sessiz kalınmasını isteyenler ise, daha bir âlem.. Böyleleri, Şah yıkılırken de, 'İran'da alternatif, müslümanlar değil, komünistlerdir' diye korkutmaya ve 'gaib'i bile kendi zanlarının tasarrufu altına almaya çalışanları hatırlatıyorlar.

*

05 Aralık 2011 tarihli yazıma gelyen eleştirilere karşı da şunları yazmışım:

'Delilsiz ve okuyucunun zekâsına saygısız olarak yazdığımı' iddia eden (s.a.) isimli yorum sahibinin bazı temel yanlışlarına kısaca değinilmesi gerekiyor..

1- 'Suriye rejiminin binlerce sivili öldürdüğüne dair bir deliliniz var mı?' diyene ne söylesem, boş.. O, tarafını kesin seçmiş, çünkü..

Kaldı ki, ben iddiaları tekrarlıyorum. Doğru veya yalan olduğunu belgelemek Suriye rejimi'nin işidir. O ise, uluslararası gözlemcileri sadece kendi istediği yere götürüyor ve oralarda bile tank, top veya roket atışlarıyla harab edilmiş şehirler yine de gizlenemiyor.

2- İran cumhurbaşkanlığı seçimlerinde hile yapıldığını iddia ettiğim yazılmış..

O iddianın sahibleri, ben değil, inqılabın en üst makamlarında bulunanlardan bir 'taraf'dır. Kaldı ki, her iki tarafın iddialarına da değinmişimdir, daima.. Sadece bir tarafın iddialarının asıl kabul edilmesi istenmiyordur, herhalde.. O yara henüz de kapanmış değildir.

İran makamlarınca Suriye rejimine -stratejik gerekçeler adına da olsa- destek verildiğine dair sözler bana değil, İran'ın en yetkili isimlerine aiddir. İran medyasında yer alan yorumları buraya aktarmak bile istemiyorum..

3- Müslüman kişi, alkış veya eleştirilere göre değil, Allah karşısındaki sorumluluğuna ve doğru olduğuna inandıklarına göre konuşmalı- yazmalıdır..

4- A. Suruş tarafdarı olduğum, çok yanlış bir bilgiye dayanıyor. Tersine, Suruş'un yanlış bir çizgide yol aldığını gerektikçe yazmışımdır. Onun, düşüncelerinde, bana göre doğru olduğuna inandığım düzelme işaretlerini gördükçe de memnun olurum elbette..

İmam zamanında 8 yıl başbakanlık yapan Musevî'yi de, 8 yıl c. başkanlığı yapan Khâtemî'yi de, inqılabın 30 yıl yükünü taşımış olan Refsencanî'yi de, bugünkü Rehber'i de, Ahmedînejad'ı da hatasız kabul etmeden, hizmetlerine göre ve saygıyla değerlendirmeye çalışırım. Ve de, Yezid suçlamalarına girmeden..

Demokratik destekler temel ölçüm değildir.. Haklı kişi, tek başına kaldığı zaman da haklıdır. Saddam, Gaddafi ve Mubarek de yüzde 90'ın üzerinde gözüküyorlardı.. Suriye'de, de bir azlığa dayanan bir Baas diktatörlüğü var, yarım asırdır.

*

"Ben kral değil, cumhurbaşkanıyım.." diyene bakar mısınız?" başlıklı ve 9 Aralık 2011 tarihli yazıya gelen yorumlar üzerine de şu açıklama notunu yazmışım, 12 Aralık günü..

1- Bu kardeşiniz, yorumlarını birilerinin sevgi veya nefretine göre değil, Allah karşısındaki sorumluluğunu düşünerek yazar.

2- Filan ülkenin kimsenin beğenisine ihtiyacı olmadığını söyleyenler, hele de bu çağın bir propaganda çağı olduğunu unutuyorlar galiba..

3- 1982'deki Hama Faciası günlerinde, İran kendi topraklarından Saddam'ı atmakla meşguldü, o zaman sessiz kalması yine de kabul edilebilirdi.. O zaman konuyu, İnqılab Mahkemeleri Başkanı (merhûm) Sâdıq Khalhalî'ye sorduğumda, 'İkhwan, o kadar müslümansa, niye Amerikancı rejimlere değil de Suriye'ye karşı ayaklandı' cevabını vermişti te, bunun, infialî bir karşılık olduğunu söylemiştim.

Irak ve Suriye'deki her iki Baas rejimi de özü itibariyle laik temelde cinayetkâr rejimler olduğundan, Saddam kadar Hâfız Esed'e de düşmanlık beslemiş birisiyimdir, daima.. Yani, desteklemem asla sözkonu olmamıştır. Ayrıca, İkhwan da, Said Havva'yı Hama Mes'elesi'nde başına buyruk hareket ettiği gerekçesiyle saflarından uzaklaştırmıştı.

4- İİC'nin sınır komşusu olmadığı Suriye'yle ilgilenmesi stratejik gerekçeler açısından değerlendirilirken, Suriye'yle 900 km. sınırı olan TC rejiminin de ilgilenişini anlamak zor olmasa gerek.. Çünkü oradaki yangın, TC'ye de sirayet edebileceği ihtimali daha bir güçlüdür. Konuya illâ da Tayyib muhabbeti veya karşıtlığı açısından bakmak gibi bir hassasiyet, gerçeğin anlaşılmasına engel olur.

5- Ramazan el'Butî'nin veya başkalarının görüşlerinin başka müslümanları mutlaka bağlaması diye bir durum sözkonusu değil.. Herkes Allah huzurundaki sorumluluk duygusuyla baksın, yeter..

6- İİC mesullerinin neyi nasıl ifade ettiklerinin kaynakları gösterilmezse, yazılanlar yakıştırma olabilir. Stratejik gerekçeler adına zulme evet mi diyeceğiz, hayır mı? Asıl mes'ele, bu..

7- Nice müslümanlar da İran'da Şah rejimini, komünistler gelecek diye destekliyorlardı.. Bir de Allah'ın hesabı olduğunu niye düşünmeyelim? Bütün arab beldelerindeki diktatörlüklere karşı en güçlü cereyan olarak müslümanların inanç ölçülerine yönelik talebleri yükselirken, Suriye'de niye aynı sonuç olmasın?"

*

Evet, bunları bir hatırlatma olarak tekrarlıyorum..

Çünkü, bazı eleştirilerde öylesine bir tuhaf yaklaşım sergileniyor ki, o yazanların uslûbuyla karşılık vermek mümkün değil..

*

Bu açıklamaların tekrarından sonra, gelelim, aynı konu etrafında, çifte standartlılıktan kurtulamayışımız üzerine..

Halbuki, bu durumdan kurtulmak, o kadar da zor değil..

Suriye konusu yüzünden İslamî kimlikleriyle bilinen nicelerinin birbirine düşman bile olduğu bir durum ortaya çıktı..

Birisi, bir e-mail göndermiş, "Suriye rejimi İİC"nin de payandasıdır, o yıkıldığı zaman, İİC de dayanaksız kalacaktır.. O zaman sevinirsin herhalde.." diye kinayeli bir cümle de yazarak..

Hemen karşılık verdim: "Ben İran"daki mevcud rejimin uygulamasındaki bir takım temel yanlışlıkları görsem bile, onun ıslahı yerine tamamen çökertilmesinin, sadece İran"ın müslüman halkı için değil, bütün dünya müslümanları için de büyük bir kayıp, yenilgi ve hattâ musîbet olacağını düşünen birisiyim.. Islahı mümkün olan herhangi bir sistemin toptan yıkımını istemek gibi bir metoda evet diyecek birisi de değilim..

Ve amma, şunu da eklemeliyim ki, eğer bir rejim veya devlet, varlığını kendi dışındaki güç dengelerine dayandırıyorsa, o durumuna şimdiden yanmalıdır..

Şahsen İİC"nin öyle bir zaaf içinde olduğunu düşünmek bile istemiyorum..

Ve amma, herkes, irade farklılığı yüzünden kendi irade, menfaat ve maslahatını en önde ve korunması-gözetilmesi gereken en önemli konu olarak görüyor..

Suriye konusunun müslüman camianın arasında bu kadar çok tartışılması da bu yüzden..

Keza, İİC"nin iradesi, menfaat ve maslahatı, hattâ denilebilir ki, İran içindeki kitlelerden daha çok, İran dışındaki müslüman kesimler arasında titizlikle konuşulup tartışılıyor..

Çünkü, dışardan bakanlar ideallerinin, rüyalarının, ideolojik veya itiqadî tasavvurlarının, müstahkem mevkıi ve kalesi olarak gördükleri bir ülkenin zaafa uğraması kabul edilebilir bir durum değildir..

Çifte standartlılık işte bu noktada karşımıza bir tutarsızlıktan da öteye, bir problem ve yaman bir çelişki olarak çıkıyor..

Son bir yıl boyunca, hemen bütün arab ülkelerindeki halk ayaklanmalarını alkışlayan destekleyen, inqılabçı halk qıyamları olarak selamlayanlar, Suriye"ye gelince, emperyalizmin propagandalarına aldanmış kitleler lafını bayrak ediniyorlar..

Bunları yazanlar âlemi kör, herkesi saf zannediyorlar, anlaşılan..

Bağlılık gösterdikleri güç odağının bir yanar-döner gibi, bir öyle, bir böyle ve herkes tarafından farklı algılanabilecek görüntüler verdiğini düşünüp bununla bir de öğünmüyorlar mı?

Ve nereden çıkarıyorlar bu iddiaları.. İnsan yazdıklarından biraz sorumluluk duymaz mı? Kalem de dillerden bir dil değil midir ve sorumluluk getirmiyecek midir?

*

Bu vesileyle bir diğer nokta..

Nurî Mâlikî, Saddam rejimine ve onun Baas ideolojisine karşı Irak"da 30 yıldan fazla mücadele veren bir müslüman mücadele adamı ve de tabiatiyle Suriye Baas ideolojisine de düşman durumundayken.. İran"ın etkisi ile, Suriye"ydeki halk ayaklanmasına karşı Beşşar"ın yanında yer alıyor, onu destekliyor..

Ve aynı Mâlikî, Amerikan işgalinden sonra, Irak"da Amerika"lıların kendisinin başbakanlığına evet durumunda kalmaları hasebiyle, Amerikan kuklası olarak da gösteriliyordu nicelerince.. Ama, şimdi, Beşşar Esed rejimini desteklemekte İİC ile birlikte hareket etmesi üzerine, âdetâ bağışlandı..

Ne var ki, zihinlerde yeni bir parantez..

Amerikan işgalindeki bir ülkenin başbakanı, Amerika"ya rağmen nasıl oluyor da Beşşar Esed"i destekliyor? Yoksa, İran"ın Esed"i desteklemesi veya Amerika"nın Esed"e karşı çıkması, bütün bunlar birer görüntüden mi ibaret?

Kimin siyaseti asıl doğru olan ve kim, asıl siyasetini oynuyor? Ve asıl, doğru olan siyaseti kim, neye göre ölçüp biçecektir?

Bu arada, Nûrî Malikî de, 12 Aralık günü Washington"da, Amerikan Başkanı Obama ile görüşürken ilginç izahlar yapıyor..

Çünkü Mâlikî, Suriye halkının protesto ve gösterilerine karşı olmadıklarını, ancak, Şam yönetimine iktidarı bırak demek durumunda da bulunmadıklarını ve ayrıca, Suriye"nin bir ateş topu olarak bütün bölgeyi etkileyebileceğini söylüyor..

Dahası, Irak rejimi İran"la bu kadar etki alanında iken.. Irak rejimi, Saddam zamanından beri 25 yılı aşkın bir zamandır, Irak"da yerleşmiş bulunan "Mujahedeen- e Khalq" isimli ve hattâ Birleşik Amerika tarafından bile terörist örgütler listesinde ilan edilen teşkilatı, İran"ın onca bastırmasına rağmen, Irak topraklarından çıkaramıyor.. Çünkü, Amerika onları İran için bir tehdid odağı olarak koruyor.. Ve İİC"ne oldukça yakın gözüken Mâlikî, 6-7 yıldır iktidarda, ama, İran"ın o isteklerini yerine getiremiyor..

Demek ki, hele de dışsiyaset, tek bir istikamet göstermiyor.. Yığınla etkenler, denge hesabları, tahminler ve hattâ birilerinin beklenmeyen bir çıkışı veya bir hatası bile, başkalarının nice parlak tavırlarını etkileyebiliyor..

*

Bu arada Yûsuf el"Qardavî"nin fetvasına da değinelim..

"Uluslararası Müslüman Ulemâsı Birliği" isimli bir teşekkülün reisi olan ve Qatar Emiri""nin Diyanet Müsteşarı, Mısır vatandaşı Qardavî, 10 Aralık günü, ing. Financial Times gazetesine verdiği mülâkatta, "Suriye buhranının hallinde, arab ülkelerinin çabalarının etkili olamaması durumunda, Suriye halkının yabancı ülkelerden yardım talebinde bulunmalarının kendileri için bir şer"î hak olduğunu" açıklamış bulunuyor..

Sözkonusu çaresizlik durumu ortaya çıkınca, fetvâ olsun veya olmasın, zâten emperyalistlerin oyunları karşısında toplumlar bir şeyler yapıyorlar; ama; bu fiilî çaresizliklere, Qardavî"nin bugün şer"î bir kılıf geçirmeye çalışması, kötü bir geleneğin devamını sağlamaya yeni bir arguman oluşturmayacak mıdır?

Qardavî, çok yanlış bir tavır ortaya koymuştur.. Nitekim, bir başkası da, Ramazan el"Bûtî"nin Esed rejimine itaat fetvâsı vermesini kendisine delil sayıyordu.. Bu sağlıksız bir yol olacaktır..

Qardavî, ayrıca, "bu diktatörlüklerin yıkılması halinde sahneye İslamcı eğilimli siyasî güçlerin çıkacağının kesin olduğunu" da belirtiyor.. Qardavî, ayrıca diktatörlüklerin yıkılması halinde, iktidara gelen veya gelecek olan İslamî eğilimli siyasî güçlerin aşırılıklardan kaçınmalarını ve kendi kanaat ve inançlarını topluma zorla kabul ettirmek gibi bir tavır takınmaktan kaçınmalarını da tavsiye ediyor..

*

Bu arada, Irak İslam İnqılabı Yüksek Meclisi danışmanlarından olan Muhsin el"Hekîm"in bir açıklaması yer aldı, İran medyasında, geçen hafta.. Hekîm, Irak"ın nüfusunun sadece yüzde 20"sinin sünnî olduğunu; böyleyken, Suûd rejimi ve bazı diğer bazı rejimlerin, bu yüzde 20"lik azlığın, (ki, daha iki sene önceye kadar sünniler yüzde 35-40 olarak gösteriliyordu, o da ayrı bir mes"ele..) bu ülkeye 1200 yılı aşkın bir zamandır hükmetmesinden hiç rahatsız olmadıklarını açıklıyordu.. Hekîm, ayrıca, Irak"daki bugünkü yapıdan en fazla rahatsız olanın da Suûd rejimi olduğunu ve bunun için de, Bağdad"da büyükelçiliğinin henüz de açık olmadığını belirtiyordu.. Üstelik, Suudî de, Irak da büyük çapta Amerikan manyetik alanında bulunuyor.. Ve buna rağmen, onlar da birbirleriyle uzlaşma halinde değiller.. Demek ki, emperyalizm de her şeyi istediği gibi tanzim edemiyor veya onları birbirine uzak tutmak da emperyalist siyasetin bir taktiği.. .

El"Hekîm"in Irak için dile getirdiği görüşler, elbette Bahreyn için de geçerliydi.. Çünkü, orada da, nüfusun yüzde 70"i şiî müslüman idi, ve amma, saltanat sahibleri, bu büyük kitle karşısında azlık konumunda idiler..

Ama, aynı kişi ve onun gibi düşünenler, Suriye sözkonusu olunca, yüzde 10-12"lik bir azlığın, yüzde 80"lık büyük kitlelere tahakkümüne bir de destek veriyorlardı..

*

Bu konuda İİC öyle bir siyaset izliyor diye, Suriye"deki baskıyı tevil etmeye ve hattâ, Suriye"de bir katliâm olduğunu bile bir kof iddia olarak göstermeye çalışanlar, Suriye"de 60 yıla yakın zamandır askerî bir rejimin ve 45 yıla ulaşan bir Baas ideolojisinin ve Baas Partisi kadrolarının ve de, 42 yıllık Esed Khanedanı"nın baskıları altında olan müslüman halk üzerindeki diktatörlük ve baskı yönetimi kalktığında, bu halkın kayıdsız-şartsız emperyalizmin kucağına düşeceğini iddia ediyorlar..

Halbuki Fas"da, Tunus"da, Mısır"da yapılan seçimler ve hattâ Libya, Yemen ve hattâ Bahreyn"de halkların nasıl bir yönetim istediğine dair ciddî ipuçları veriyorlardı.. Eğer bunlar, emperyalist odakların eseri ise, oradaki seçimlerde ortaya çıkan durumu, bizzat İİC medyasınca bile, niye İslamcıların zaferi diye sevinçle karşılanıyor?

Yoksa, zaferleri kendimize, olumsuzlukları başkasına yükleme taktiği her durum ve mekanda mı geçerli?

Sahi, sadece kendi işimize, menfaat ve maslahatımıza geldiğine göre mi bir dünya kurmaya çalışacağız; yoksa, toplumların hak, adâlet ve hürriyet ölçülerine göre yönetimi için mi?

Ne zaman çifte standartlı mantıklardan, akıl yürütmelerden kurtulacağız?

Bu çarpık mantıktan, asırlar boyunca çektiğimiz bunca musîbetler, biz müslümanları uyandırmaya yetmedi mi?

haksöz

Bu yazı toplam 2418 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar