Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Ankara Esintileri..

Birkaç gündür Ankara’dayım.

Bir mahkemede hazır bulunmam gerekiyordu. Çünkü, 28 Şubat 1997 Zorbalığı günlerinde üzerime attılan suçlardan birisi de bir yığın suçların da içinde birleştirildiği bir suç vardı..

İddiaya göre, ‘Kudüs Kurtuluş Ordusu’ adında bir silahlı örgüt oluşturmuş idim. Denilebilir ki, yalanı bile güzel.. Keşke öyle bir teşebbüsüm olsaydı, iftiharla kabul ederdim. Ama gerçeği olmayan bir konuda bir sahiblenme herşeyden önce ahlâken doğru olmazdı.

Ama, kanunî sürecin devam etmesi gerekiyor..

Bu yüzden 16 Ekim günü Ankara’daki bir Ağır Ceza Mahkemesi’nde hazır bulundum..

Duruşma Ocak-2016 yılının ortasına ertelendi.

Ankara’ya gelmişken bazı arkadaşlarla da bir ç ok sohbetler yapmaktayız..

Bu vesileyle hazırlanan bir konuşma metni vardı, elimde..

Dün bu sütunda yayınlanan metin, gerçekte o konuşma metinlerinden birisi idi.

Ama, gazetede yayınlanacak metin o değildi..

Bir başka metin vardı.

Ama nasıl olduysa, yanlışlıkla dün yayınlanan metin tıklanmış..

Bu yanlış,  Ankara’da kullandığım dizüstü bilgisayar, benim kullandığım ve alışık olduğum eski modellerden olmadığı için, bu yanlışın meydana geldiğini sanıyorum.

Bu bakımdan, okuyucuların mâzur göreceklerini umarım.

*

Bu hatırlatmadan sonra aslında dün yayınlanması gereken yazının bir bölümünü buraya almak istiyorum:

*

‘Dün, Ankara’daydım.. Öğleyin, Kocatepe’ye gittim..

Hutbe, genelde alışılmış kalıpların dışındaydı..

O metni hazırlayıp binlerden oluşan bir cemaat huzurunda, konunun hakkını vermeye çalışarak okurken ortaya kendi yüreğini de koyduğunu hissettiren hocayı kutlamak gerek..

Hocanın, yaklaşan Âşura Günü’ne, Hz. Peygamber (S)’in torunu Hz. Huseyn ve Ehl-i Beytinin, -Hz. Peygamber (S)’in vefatından henüz yarım asır geçmekteyken-, Kerbela’da kılıçtan geçirilmesindeki korkunç zulme ve acımasızlığa değindikten sonra, müslüman dünyasında yaşanan benzer zulümlere ve kan dökücülüklere ve nihayet geçen hafta Ankara’da sahnelenen ve 100 kadar insanın ölümüyle neticelenen büyük katliâma da değinerek, ‘Allah’ım, bizim kalblerimizdeki merhamet duygusunu güçlendir..’  şeklinde dua etmesi, düşünen insanlara sorumluluk duygusu vermesi ve şuûrları güçlendirmesi açısından ilginçti..

Kocatepe’den çıktıktan sonra sokak aralarından Kızılay’a kadar yürürken,  önümde bir 40 yaşlarında ve uzun saçlarını arkadan bağlamış, bir koltuğunun altında da kalın bir kitap olan birisi hem gidiyor, hem de yüksek sesle ve heyecanla konuşuyordu, telefonla.. Kocatepe Camii’nden çıktığını ve orada çok ilginç bir hutbe dinlediğini ve hutbede son patlamayla ilgili de ilginç sözler söylendiğini ve o eylemin lanetlendiğinianlatıyordu.. Karşı taraf herhalde inanmak istemiyor gibi olmalı ki, bu kişi, ‘Yahu, ben de duyduklarıma inanmakta zorlandım, vallaa, bizim ihmal ettiğimiz o mekanlarda da böyle duyarlılıklar yaşanıyor.. vs..’ diyordu.. Sonra bir ara sokaktan devam etti, gitti..

Bana öyle geldi ki, ‘Bir gideyim-bakayım; oralarda neler deniliyor..’ dercesine bir merakla gelmiş gibi bir tipteydi..

Ben de kendi kendime, ‘Onların ilgilenmedikleri mekanlar olduğu gibi, bizim ilgilenmediğimiz kalbler de olmamış mıdır?’ diye düşündüm, bir daha..

*

Evet, 100 yıl var ki insanlarımızın bir kısmı, özel planlanmış bir yabancılatırma metoduyla ve eğitim sistemiyle bizim değerler sistemimize yabancı ve hattâ düşman yetiştirildiler ve ‘Atina site devleti’nin faziletlerine inandırıldılar, ve bu nesiller büyük sosyal travmalar yaşayınca, içinde yaşadıkları toplumun ana kitlesine yabancı kaldıkları için gidecekleri yerleri bulamadılar, yalnızlıklarını daha bir derinleştirdiler. Bazıları da işte böyle, gelip yüreklerine dokunan ve ana kitlenin ise pek farkında olmadan sıkça dinledikleri konuşmalarla karşılaşınca hayret ettiler..

Bizim büyük toplum kesimlerimiz de benzer şaşkınlıklar içinde değiller mi sanki?

*

Akşam olunca, on yıllar öncesinden beri âşinalığımız olan İran’lı bir kardeşle gecenin saat 03.00’lerine kadar saatler süren bir sohbetimiz oldu.. İkimizin de bir takım eleştirilerimiz vardı.. İkimiz de kendimize göre izahlar yaptık..

Ama, her ikimiz de, İslam Milleti’nin hayrına veya zararına olacağına inandığımız konularda açık yüreklilikle  ve amma birbirimizi asla kırmadan, temelde aynı duyguları paylaşarak dertleştik..

Özellikle Suriye Buhranı konusunda ve diğer siyasetler üzerine hem etkili bir yerde ve hem de bir kültür insanının yaklaşımlarıyla,  saatlerce süren bir sohbetin özetini yapmak elbette mümkün değil.. Sadece şu kadarını belirteyim ki, aynı kayguları paylaştık, aynı konulardan yürek sancıları çektiğimizi dile getirdik.. Ayrıca, bu ve benzeri buhranlarda takib olunan siyasetlerin, -hangi gerekçeye dayandırılırsa dayandırılsın-, İslam İnkılabı’nın dünyaya verdiği o fevkalâde mesajların yolunu kestiği üzerinde durduk.. Ve benim bu buhranın başından beri özellikle dile getirdiğim, ‘İnşaallah İran ve Türkiye askerî açıdan karşı karşıya gelmezler..’ temennimi bir daha paylaştık.

O konuda taa başından beri belirttiğim görüşleri takib ettiğini belirten bu eski dostla güzel duygularla vedalaştık.

*

Cumartesi sabahı ise, sabah namazında Altındağ’da Hanifoğlu Camii’nde toplanan 30-35 kadar genç üniversiteli kardeşlerle iki saati aşkın bir sohbetimiz oldu. Ancak bu kardeşlerimizin özelliği, Ankara’da okuyan bir kısmı doktora seviyesinde , Afrikalı, Balkan’larlı. Afganlı ve sair müslüman coğrafyalarından gelmiş olmalarıydı.

O sohbetten sonra ise. Hacı Bayram Camiin civarında bir kahvaltı yapıp, Nurullah kardeşimizle, -son zamanlarda müzeye dönüştürülenUlucanlar Hapishanesi’ni iki-üç saat kadar gezdik.

Bu her iki konuya da inşaallah yarın değineyim..

*

dirilişpostası

Bu yazı toplam 865 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar