‘Alman Vekiller’ Kimi Temsil Ediyor

‘Alman Vekiller’ Kimi Temsil Ediyor

Almanya'nın Türkiye aleyhine aldığı kararda en çok dikkati çeken husus şüphesiz Türk kökenli milletvekillerinin tavrıydı.

Yeni Şafak yazarı Akif Emre Almanyadaki vekillerle ilgili bir yazı kaleme aldı

Almanya'nın Türkiye aleyhine aldığı kararda en çok dikkati çeken husus şüphesiz Türk kökenli milletvekillerinin tavrıydı. Parlamentodaki oylamada Türk kökenlilerin tercihleri bir tür “vatana ihanet” tarzında değerlendirildi. Teorik olarak bakıldığında hepsi Alman vatandaşı ve Alman anayasası üzerine yemin ederek görev yapan parlamenterlerden söz ediyoruz. Nitekim bunu teyit eder şekilde Almanya'nın Göç ve Uyumdan Sorumlu Devlet Bakanı Aydan Özoğuz, Türkiye'nin değil, Almanya'nın ve Almanya'da yaşayan Türklerin vekili olduğu açıklaması geldi.
Türkiye'nin resmi olarak Alman milletvekili olan birinden kendi politikaları doğrultusunda hareket etmesini bekleme hakkı var mıdır? Yahut Alman milletvekili olsalar da etnik, dini, kültürel aidiyeti gereği Türkiye ile benzer tavırlar alması mümkün mü? Yahut Almanların kökenlerinden dolayı bu milletvekillerini Türkiye'nin bir temsilcisi gibi kuşkulu yaklaşmaları doğru mudur?
Bu tür durumların sadece siyaset teorileriyle çözümlenecek bir basitlikte olmadığını söylemeye gerek yok. Siyaset, kimlik, aidiyet gibi konular sanılandan çok daha karmaşık konulardır. Mesela çok uç bir örnek olarak İsrail parlamentosuna giren Arap milletvekillerinin herhangi bir milletvekili gibi davranmaları ne kadar mümkün olabilir? Almanya örneği ile Arapların İsrail ile ilişkileri elbete benzer değil. Ancak aidiyet ve siyaset ilişkisini belirleyen kimliklerin ne şekilde temsil edildiği meselesi, olarak üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur.
Biz Türkiye'yi değil Almanya'yı temsil ediyoruz ifadesi aslında son olayda yaşanandan daha derin asıl bir soruyu sormaya mecbur kılıyor bizi. Avrupa'ya işçi olarak gidip yerleşen Türkler, Araplar, Boşnaklar, Kürtler kaç nesil daha kendi kimliklerini koruyabileceklerdir? Kaç nesil sonra “Bizim dedelerimiz Türkiye'den gelmiş” hatta “Bizim kökenlerimiz Arnavutmuş, Türkmüş” türünden hayıflanmalarla tarih kitabı karıştırmaya başlayacaklar?
Bunca entegrasyon politikalarına rağmen Avrupa'da Müslüman kimliğine sahip çıkan önemli bir kitlenin varlığı karşısında bu tür soruları "absürt” bulanlar olacaktır.
Belki ten renklerinden dolayı Ortadoğu kökenli oluşları yaşadıkları Avrupalı toplum içinde peşlerini bırakmayacak bir nişane olarak devem edecek olması bu soruyu geçersiz kılmıyor. Sorun ten rengine indirilemeyecek bir kimlik, varoluş sorunudur.
Almanya merkezli meseleyi ele alacak olursak; göçmen işçi olarak gelen, vatandaşlık kazanan, uzun süreli orada yaşayanların kimliklerini koruyan en temel faktör dinleri ise ikincisi dillerdir. Bir başka unsur da geldikleri ülkelerle sürdürdükleri bağlarıdır.
Almanya'ya ilk giden nesil, bilgi, davranış, kültür bakımından ne kadar Avrupalılıktan uzakta iseler de kendi kimliklerinin bilincindeydi. Yaşadıkları toplumdan soyutlanarak gettolarına kapandıkları yönünde bugün eleştirilen nesiller aslında kendine özgü bir varoluş alanı oluşturmanın derdindeydi. Müslümanlar ve gayrimüslim bir toplumda var olmanın, Müslümanca yaşayabilmenin imkanlarını kurmaya çalışıyordu. Dini hayatla en uzak olanları bile helal yiyecek meselesinde son derece ciddi; Marksist kuramlarla birlikte homo economicus modeline de uymuyorlardı. İşçilere geçici gözle bakan, kendi içe kapanık izole olmuş hayatlarını sürdürmelerinde bir sakınca görmeyen Almanya artık orada kalıcı oldukları realitesi ile karşı karşıya kaldığında yeni bir yaklaşıma geçti. Uyum ya da entegrasyon olarak tanımlanan politikalarla özelde Müslüman göçmen işçilerin kültürel olarak yeni bir aidiyet kazanmalarını hedefliyordu. Her ne kadar liberal değerler, çoğulculuk gibi değerleri tekrarlansa da devlet politikaları yabancıların Batılı değerlere sıkıştırılmasını gerekli görüyordu. Egemen kültürün değerleri benimsenmeden Alman, Fransız olunamazdı.
Doğrudan din değiştirmeye/terk etmeye zorlanmasalar da pratikte dini duyarlılıkların önemsenmediği hatta toplumsal ayrımcılıkla aşağılandığı bir ortamda entegrasyon projeleri devlet politikası olarak süreklilik kazanacaktı.. Bu aşamada yeni bir hamle olarak Avrupa İslamı projesi devreye girecek, madem Müslüman kalacaksınız o halde “Avrupa'ya uygun Müslümanlık” devreye sokulacaktır. Bir tür sekülerize edilmiş, Batılı normlarla ters düşmeyen bir din…
Medya araçları ile teşvik edilen cinsel eğilimlerden, sahih İslam geleneğinin reddettiği ibadet ve uygulamaları öne çıkartan, popülerleştiren uygulamalara Amerika ve Batı Avrupa'da devreye sokulacaktı. Bu çerçevede Müslüman nüfusun ait oldukları memleketlerinden imam getirilmesinin yasaklanması gelenekten kopartan stratejik bir hamledir.
Gelenekten kopan ama bulunduğu toplumun şartlarında yeniden kültürel kodlar üretemeyen Müslüman azınlıklara tam bu belirsizlik döneminde devletin ürettiği kültürel kodlara uygun Avrupa İslamı önlerine konmak isteniyor.
Yeni nesillerin anadilleri ile bağlarının kopması sunulan Avrupa İslamı'na yol açılmasını kolaylaştırıyor. Almanca , Flemenkçe, İngilizce bir İslam literatürü oluşmuş olsaydı geleneğin buraya özgü üretimi daha kolay ve meşru olurdu. Tıpkı ulus inşasında olduğu gibi ötekine yönelik devlet aklının formatladığı bir din tanımı ile Batı, farklı olanın içini boşaltarak kabul edebiliyor ancak.
Almanya'daki vekillerin kimi temsil ettikleri, resmi devlet politikaları açısından değil aidiyetleri ve kimlikleri açsından yaklaşmak gerekiyor. Bir Alman'dan daha fazla tesettür düşmanlığı yapan Garpzede zihinleri bir kenara bırakırsak, asıl sorun bundan sonraki nesillerdir.
Atalarının bir zamanlar Türkiye'den geldiğini masalsı bir nostalji ile hatırlayacak olmaları entegrasyonun nihai hedefi. Buna direniş Müslüman kimliği ve pratiklerini, anadillerini korumaları ile mümkün. Kendi kimliğine saygısı olmayan, kendi kültürünü tanımayanların Batı kültürüne nüfuz etmeleri de mümkün değildir.

Akif Emre Yeni Şafak