Ali Bulaç: İslamcılardan Nasıl Canavar Çıkarabildik

Ali Bulaç: İslamcılardan Nasıl Canavar Çıkarabildik

Ali Bulaç: Muhafazakarlardan ve eski İslamcılardan nasıl bir canavar çıkarabildik?

Yazar Ali Bulaç, kişisel web sitesinde ‘Dindar muhafazakârların sekülerleşmesi’ başlığıyla yayınladığı yazısında ‘Dindar muhafazakarlar ideal politiği feda edip reel politiğe yönelmeleri- dolayısıyla dinin dünyevi hükümlerini askıya alma mecburiyetine karar verdiklerinden ellerinde salt dindarane semboller-ritüeller kalmıştır’ ifadelerini kullandı.

Yazının tamamı şöyle:

Başlangıçta laiklik, Kilisenin dini bir kurum olarak devlet üstündeki tahakkümüne; din adamları sınıfının laik kitleler –ruhban sınıfına dahil olmayan bilumum Hıristiyanlar laiktir- üzerindeki imtiyazlarına ve Kilise’nin sınırlarını çizdiği dini öğretinin içinde farklı yoruma cevaz vermeyen dogmatik tutum demek olan teokrasiye karşı bir kurtuluş reçetesi olarak formüle edilmişti. Kilise iki ilavesiyle –faiz ve boşanma yasağı- Roma hukukunu olduğu gibi iktibas etmişti, bu yüzden korunacak “ilahi hükümler mecmuası/şeriat” yoktu. Kilisenin cismani/dünyevi iktidar üzerindeki tahakkümüne demokrasiler değil, mutlakiyetçi idareler son verdi. Laik prensler veya krallar inisiyatifi ele geçirdiklerinde iki büyük reform yaptılar: Biri kiliseyi devletten ayırdılar –buna 1905 yasasıyla “din-devlet ayrılığı” dendi, çünkü Batı kolektif hafızasında din, kilise demektir-; diğeri hukuk/yasa yapma yetkisini halka, insanın akli rehberliğine havale ettiler.

Haliyle bu süreç, devlet üzerinde kilisenin ve din adamları sınıfının hakimiyetine son verdi, din ve vicdan özgürlüğünü sağladı, farklı Hıristiyan mezheplerine imkan tanıdı; ama aynı zamanda insan zihni, hayat alanları ve varlık algısının sekülerleşmesine, “dinin dünyanın dışına çıkarılması”na da yol açtı. Bugün sekülerlik nihilizme, fiili materyalizme ve ahlaki norm ve erdemlere karşı aldırışsızlığa dönüşmüş bulunuyor. Faşizm, komünizm ve liberalizm sekülerliğin üç ayrı mezhebi olarak teşekkül etmiş bulunmaktadır.

Hz. Peygamber (s.a.) «Sizden öncekilerin yoluna karış karış, arşın arşın tâbi olacaksınız. Hatta onlar, bir kertenkele deliğine bile girecek olsalar, onların arkasından gideceksiniz.” Bunun üzerine sahabe “Ey Allah’ın Rasûlü, onlar Yahudi ve Hıristiyanlar mı?” diye sorunca “Ya kim olacak? Evet onlar!” buyurdu.» (Buhârî, Enbiya: 50). Hadis, Yahudi ve Hıristiyanların dinleriyle ilişkileri ve dünya algılarını Müslümanların da tekrar edeceğini işaret etmektedir.

Tarihte sultanların ve padişahların, zaman zaman halka zulmettikleri, İslam’ın adil siyaset ve yönetim ilkelerinin uygulanmasına imkan vermedikleri inkâr edilemez. Bu bir hukuk ihlaliydi. İlk defa 19 ve 20. yüzyıllarda İslamiyet’i Batı tipi “din-dünya, din-devlet ilişkisi” içine sokma fikri ve teşebbüsü ortaya çıktı; Mustafa Kemal’in inkılapları bu gayeye matuftu. Diyanet İşleri Başkanlığı, devletin dini hayatı sınırlandırması ve serbest bıraktığı alanı da devletleştirmesi projesidir. İslamiyet iki ana alana ayrıldı. Biri, dünyevi hayatı düzenleyen hükümlerin tamamı olan “muamelat ve ukubat” –ki bu “din”dir; diğeri, dünyevi düzenlemelerden koparılmış “diyanet”tir ki bu salt taabbudi vecibelerden, salt ibadetlerden ve “ritüeller”den ibarettir. İslamiyet’in tamamı itikat, ahlak, ibadetler, muamelat ve ukubattır; biri olmadan diğeri olmaz.

“Ritüeller”den kastım, Hz. Peygamber’in şekillendirdiği ibadetlere zaman içinde yapılmış olan ibadetlerdir ki, ritüelleri bu çerçevede “bid’atler” olarak görüyorum. İslam dini tevhid inancına aykırı olmadığı ve hükümlerin asli maksatlarına hizmet ettiği sürece sosyal, siyasi, ekonomik işlemlerin kullanılmasına karşı çıkmaz, hatta “tearuf ve muarefe” olarak görür. Bid’at ibadetlere yapılan ilaveler veya eksiltmelerdir. Bizim burada ele alacağımız konu başkadır.

İslam kelamcılarının çokça tartıştığı “iman ve amel”in birbirinden koparılması teşebbüsü “din ve diyanet” ayrımının zeminini teşkil eder. Herkesin üzerinde ittifak ettiği husus şu ki kendi başına iman, amel ile desteklenmedikçe, lamba veya fanus içinde korunmayan alevin en ufak bir esinti karşısında sönmesi gibi söner, hayattan çekilir. Bir süre sonra “salih amel”le korunmayan “sahih iman” zayıflar, cürüm ve ifsadda ısrar edilince kaybolur. Bunun sonucunda ferd ve toplum inandığı gibi yaşamaz; yaşadığı gibi inanmaya başlar.

Bugün iktidarda olup devleti temellük ettiğini zanneden “muhafazakar dindar” tam da bu bağlamda zihni ikiye ayrılmış bulunuyor; muamelat ve ukubatı, yani dinin sosyal ve iktisat politikalarını askıya alıp “laik mevzuata” göre yol takip ediyor. Bu arada İslamiyet’i başörtüsüne, ritüellere –dini esası olmayan kandil gecelerine, “Kutlu Doğum haftası”na- indirgediğini; laik tutuma sahip çıkarken güç zehirlenmesine uğradığını, tüketim histerisine yakalandığını; haramlara-münkerlere aldırış etmediğini; kendinden olanların cürümlerini ve müfsitliklerini tolere ettiğini, giderek otoriterleşip güç gösterisinde bulunduğunu ve böylelikle sekülerleştiğini görüyoruz. Nasıl Batı sekülarizasyonu nihilizmi, fiili materyalizmi ve Allah’a aldırışsızlığı doğurduysa, onları taklid eden müslümanın da uğrayacağı menzil bu olacaktır. Üstelik bedeni hasta düşürenler, asıl cürüm ve ifsadın failleri herkesten çok hastalıktan yakınıyor, “sekülerleşiyoruz” diye şikayet hakkımızı da onlar kullanmaya kalkışıyor.

Şimdi dünyasını ve ahiretini ciddiye alan herkesin, hepimizi helake götürecek olan bu gidişe “dur” deme sorumluluğu vardır. Kertenkele deliğine girmek üzereyiz.

***

Zihn-i müşevveş muhafazakar dindarın önemli sorunlarından biri bizzat kendisi devletin bir tutumu olan laiklik karşısındaki tutumudur. Felsefi temelleri itibariyle laiklik eskisi kadar büyük bir itibara sahip değil; çünkü hem geçen iki yüzyıllık pratikte dine ve dindarlara karşı yıkıcı, zalimane tutumu ayan beyan ortaya çıktı, hem vaadettiği aklın rehberliğindeki aydınlık dünyayı inşa edemedi. Laikliğin klasik fonksiyonlarını yerine getirmeyi zorlaştıran sebeplerin başında pozitivizmin çöküşü gelir. Hayli zamandır geride kalmış aydınlanmanın dışında insanın yeni bir alem tasavvuruna, yeni bir anlam haritasına ihtiyacı olduğunu düşünenler arayış içindedirler. Ancak Batı’da ve Batı dışı toplumlarda –özellikle İslam ülkelerinde- hala geçen iki yüzyılın dogmatik uykusunda uyuyanlar çoğunluğu teşkil ediyor. Dine bağlılıklarını beyan ediyorlarsa da “muhafazakarlar” da bu çoğunluğun bir parçasıdırlar.

İki insan zihni laikliğin nihilizm olan sekülarizasyona dönüştüğünü zor kabul eder: Biri hala rasyonalizmin ve pozitivizmin hükmünü icra ettiğini zanneden aydınlanmacıların; diğeri dinin dünyevi hükümlerini askıya alıp diyaneti temellük eden muhafazakarın zihni. Her iki zihin de bize aynı kapıyı işaret eder.

Şaşırtıcı gelse de, aydınlanmacı zihnin, modern ve postmodern dünyaya resyonalist ve pozitivist temelleri aşınmış laikliğin dışından bakarak İslam dinini kendi özgün hüviyetiyle tanıyıp kabullenmesi muhafazakar zihne göre daha kolaydır. Aklını doğru kullanabilen nice hakikat arayıcısı bunu başarabilmiştir. Muhafazakar zihnin bunu başarması imkansız değilse de çok zordur.

Eski İslamcıların kendilerine iltihak ettiği muhafazakarlar örneğinde, bu zorluğa yol açan iki sebep söz konusu: Biri Mahafazakarların ama özellikle eski İslamcıların zaten dini-İslami bir gelenekten geliyor olmaları ve ritüeller seviyesindeki dindarane hayatı sürdürme konusundaki azimleri; diğeri İslamcılığı bırakıp modern ulus devletin iktidarını temellük etmeleri. Bunlar kendi ben algılarında daima dindar olmuş, dine sahip çıkmışlardır; fakat iç ve dış şartların getirdiği zorluklar –aslında ideal politiği feda edip reel politiğe yönelmeleri- dolayısıyla dinin dünyevi hükümlerini askıya alma mecburiyetine karar verdiklerinden ellerinde salt dindarane semboller-ritüeller kalmıştır.

Bir dini vecibe illetinden koparıldığında maksadına aykırı olarak iş görebilir. Bir dini vecibenin illeti üzerinden maksadına aykırı kullanılıp kullanılmadığını anlamak için fonksiyonel değerine ve sonuçlarına bakmalı. Başörtüsü bunun tipik örneğidir. Başörtüsü başlangıçta dini bir vecibenin yerine getirilmesi olarak savunuldu, bir müddet sonra “liberal hak ve özgürlükler” içinde mütalaa edildi; sonunda bir kesimin mücadele sembolü” haline geldi. Sembol haline gelmesi dini bağlamından, başörtüsüne ilişkin hükmün maksadından koparılıp siyaset, statü, kazanç ve tabakalaşmada basamak tırmanma aracına dönüşmesine yol açtı. Bu aşamada artık başörtüsü bedeni örten (setreden) bir nesne değil, daracık pantolon ve bluz üstünde bir sembol oluverdi. Artık gelinen noktada başörtüsü “sembolik diyanet”, beden “dine aykırı gövde” hükmündedir. Ancak bedenin dine aykırı giyimi -muamelata aykırı olsa da- vicdanı rahatsız etmiyor, çünkü başta örtü bulunmaktadır. Diyanet dini neshetmektedir. Hayatında dini nesheden, başörtüsü dolayısıyla bedenini sekülerleştiğinin farkına varmamaktadır. Kamusal meşruiyet kazanmak ve köylülüğe ait örtü imajından kurtulmak amacıyla başlangıç zamanlarında “tesettür defileleri” düzenleniyordu. “Tesesttür” örtü, “defile” filenin açılması, yani tesettürün kaldırılması, bedenin açılmasıydı. Şimde beden açıldı, tesettür bırakıldı ama başörtüsü başları örtmeye devam ediyor.

Başörtüsü, sakal, frapan tesettür, kutsal geceler, İslami dilin kullanımı, kısaca muamelat ve ukubata taalluk etmeyen her türlü dindarane söylem ve fiil “dindar muhafazakarlar”ı sanki dinin tamamına sahiplermiş gibi bir duyguya sevketmektedir. Zaman zaman da dine veya diyanetvari riütellere yönelen saldırılara karşı koyması, muhafazakarı din konusunda daha emin kılmaktadır. Eski İslamcı laiklerin saldırılarına karşı koyarken kendini sekülerleştirmektedir. Dinin diline, sembollerine ve ritüellerine sahip olduğundan piyasa kapitalizminin yasalarının tümünü işletebilir, ölümcül rekabet edebilir. Muhafazakar siyasetçi başarı için her yolu mübah sayabilir. Namaz kılan avukat haksız bir davayı savunabilir; sakallı tüccar faiz işlemlerini yürütebilir, taşeron işçi çalıştırır, emeğini sömürebilir; ihale kapmak için tezvirat yapabilir, gerektiğinde rakibini karalayabilir; değil mi ki para kazanmış dilediği gibi tüketebilir; onu Türkiye açmıyorsa Maldiv adalarında hiç utanmadan ve Allah’tan korkmadan birgün tok birgün aç yatan, 90 yaşında ta Arabistan’dan İstanbul’un fethine gelen Eba Eyyup el Ensari hazretleri adına açılan tatil köyünde tatil yapabilir. Dava için yolsuzluk, usulsüzlük, yalan, hile, komplo her şey mümkün ve mübah.

Cevabını aramamız gereken soru şu: Muhafazakarlardan ve eski İslamcılardan nasıl bir canavar çıkarabildik?