Adımıza Yazılmış Senaryolar

Adımıza Yazılmış Senaryolar

Fatma Tuncer: Kadın ve erkeğin hakları eşit, ruhsal ve biyolojik yapıları farklıdır; bu Allah’ın koyduğu bir dengedir

Milli Gazete Yazarı Fatma Tuncer, kadına şiddetin çözümünün şiddet üreten güruhlardan beklenmesine tepki göstererek, İstanbul Sözleşmesi’nin masum ve mazlum halkların kaynaklarını sömüren zihinlerden neşet ettiğine vurgu yaptı.

Bu sözleşmeyle kadın ve erkeğin birbirinin tamamlayıcısı olarak değil, rakibi olarak görüldüğünü belirten Tuncer, şöyle yazdı:

‘Küresel zihniyet birbirlerini yol arkadaşı olarak gören eşleri karşı karşıya getirmektedir. Oysa Allah her şeyi bir denge üzerine yaratmıştır. Mesela kadın ve erkek güç olarak ya da ruhsal ve biyolojik yapıları bakımından aynı değillerdir ancak bu bir eksiklik ya da fazlalık değil Allah’ın koyduğu bir dengedir. Ayrıca haklar bakımından kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur. Erkeğin güç ve yetki yönünden kadından daha farklı imkânlara sahip olması onun eşine ya da çocuklarına zulmetmesini mazur gösteremez. Aksine erkek aileyi şefkatle kucaklayan ve koruyan kişidir. Fiziki ve duygusal farklılıklar ailenin düzenli ve uyumlu şekilde devam etmesi için bir imkândır. İnsanlar hakların korunması bakımından eşittirler ancak bunun dışında hiçbir şey hiçbir şeyle eşit değildir, her şey birbirinin tamamlayıcısıdır. Aynı şekilde kadın ve erkek de birbirlerinin tamamlayan yol arkadaşıdırlar. Erkeğin fiziki olarak daha güçlü olması ve aileyi idare etmek gibi bir sorumluluğu üstlenmesi aile içi ahenk ve uyumun bir parçasıdır. Ve bu özellikleri tek başına onu üstün kılmaz zira Rabbimiz ayetinde üstünlüğün sadece takvada olduğunu haber vermektedir.’

‘Adımıza Yazılmış Senaryolar -2-’ başlıklı yazının tamamı şöyle:

İstanbul Sözleşmesi’nin aile üzerindeki olumsuz tezahürleri devam ederken söz konusu sözleşmenin savunucuları kadına yönelik şiddete vurgu yaparak, kendilerince gerekçeler üretiyorlar. Fakat hepimiz biliyoruz ki, İstanbul Sözleşmesi kadına yönelik şiddetin önlenmesi için hazırlanmış bir sözleşme değildir aksine aileyi hedef alan bir projedir. Ne acıdır ki, Avrupa Birliği sevdasına kapılan mevcut sistem tasvip edemeyeceğimiz nice icraatlara imza attı. Bunun için her şeyi göze alan iktidar 2004 tarihinde Türk Ceza Kanunu’nda yer alan zinayı suç olmaktan çıkardı. 2011 tarihinde imzalanan İstanbul Sözleşmesi ise 14 Mart 2012 tarihinde oybirliği ile onaylandı. Sözde bu sözleşme ile şiddetin önü kesilecek ve her şey güllük gülistanlık olacaktı. Ancak görüldüğü üzere aileyi hedef alan İstanbul Sözleşmesi şiddet ve nefreti daha da tetikleyerek eşleri birbirine düşürdü.

İstanbul Sözleşmesi’nin yıkıcı etkileri farklı çevreler tarafından tartışılırken, zihnimi meşgul eden sorularla başa çıkmaya çalışıyorum: Her zerresinde maneviyat kokan coğrafyamızda nasıl olur da şiddet sokaklara taşar ve nasıl olur da düşmandan fayda umacak duruma gelebiliriz? Şiddetin çözümünü şiddet üreten güruhlardan beklemek bir tehlike değil midir? Masum ve mazlum halkların kaynaklarını sömüren ve onları acımasızca katleden zihniyet bizim hayrımıza olacak bir sözleşmeye imza atabilir mi? Elbette hayır… Peki, küresel organizasyonun niyeti apaçık belliyken bu ucube sözleşme hangi gerekçe ile Meclis’ten geçebildi? Ne yazık ki bu tür çelişkilerle sık sık karşılaşıyoruz zira yöneticilerimiz kendi kararlarını verebilecek durumda değiller. Bizim adımıza kararlar alan küresel akıl bu kararları aktive edecek kişileri desteklemekle kalmıyor yönlendiriyor da…

Bilinmelidir ki, İstanbul Sözleşmesi kadını korumaya ya da kadına yönelik şiddeti önlemeye yönelik olarak hazırlanmış bir sözleşme değildir. Bahsi geçen sözleşmenin hedefi toplumu ayakta tutan aileyi ortadan kaldırmak ve fertlerin kökleri ile bağlarını tamamen kopararak yozlaştırmaktır. Zira söz konusu sözleşmede şiddete vurgu yapıldığı halde, bu durum bırakın şiddeti önlemeyi aile içi çatışmayı daha da tetikleyerek şiddetin artmasına neden olmuştur. Sadece kadının beyanı esas alınarak yapılan uygulamalar kadınla erkeği karşı karşıya getirmiş ve bu durumdan sadece eşler değil çocuklar da büyük zarar görmüştür.

Aile İslam kültüründe hassasiyetle korunan bir kurumdur. Resulullah Veda Hutbesi’nde kadınların haklarının gözetilmesine vurgu yapmış ve kadınlara şefkatle muamele etmeyi erkeklere vasiyet etmiştir. Resulullah, aile içinde devam eden hiyerarşiyi titizlikle korumuş ve eşleriyle, çocuklarıyla ilişkilerinde şefkat ve adalet eksenli bir yaklaşım sergilemiştir. Aile düzenini sarsmaya çalışan küresel zihniyet ise kadın-erkek eşitliği gibi söylemleri sürekli ısıtıp ısıtıp önümüze koymakta ve kültürel değerlerimizden beslenen aile algımızı yermektedir.

Küresel zihniyet birbirlerini yol arkadaşı olarak gören eşleri karşı karşıya getirmektedir. Oysa Allah her şeyi bir denge üzerine yaratmıştır. Mesela kadın ve erkek güç olarak ya da ruhsal ve biyolojik yapıları bakımından aynı değillerdir ancak bu bir eksiklik ya da fazlalık değil Allah’ın koyduğu bir dengedir. Ayrıca haklar bakımından kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur. Erkeğin güç ve yetki yönünden kadından daha farklı imkânlara sahip olması onun eşine ya da çocuklarına zulmetmesini mazur gösteremez. Aksine erkek aileyi şefkatle kucaklayan ve koruyan kişidir. Fiziki ve duygusal farklılıklar ailenin düzenli ve uyumlu şekilde devam etmesi için bir imkândır. İnsanlar hakların korunması bakımından eşittirler ancak bunun dışında hiçbir şey hiçbir şeyle eşit değildir, her şey birbirinin tamamlayıcısıdır. Aynı şekilde kadın ve erkek de birbirlerinin tamamlayan yol arkadaşıdırlar. Erkeğin fiziki olarak daha güçlü olması ve aileyi idare etmek gibi bir sorumluluğu üstlenmesi aile içi ahenk ve uyumun bir parçasıdır. Ve bu özellikleri tek başına onu üstün kılmaz zira Rabbimiz ayetinde üstünlüğün sadece takvada olduğunu haber vermektedir.

Ülkemizde kadına yönelen şiddet bir sorun olarak hâlâ devam ediyor. Ancak biz bu sorunu kendi kültürel değerlerimiz ekseninde çözüme götürebilecek imkânlara sahibiz. Yani inandığımız din bize insani ilişkilerimizde şefkat ve adaleti telkin ediyor. Şiddet yanlısı eşleri bu değerlerle tanıştırmak ve onları insanlaştırmak zorundayız. Bunun için eğitim kurumları, Diyanet çalışanları ve ruh hekimleri koordineli şekilde çalışabilir ve şiddeti şefkatle tedavi edebilirler.