Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Âdil olmamız gereği ve bir vefatın 25. yıldönümü..

Dünyada olup bitenleri anlamaya ve değerlendirmeye çalışırken, ister istemez, birilerinin veya bazı hadiselerin yanında ve birilerinin de karşısında olabiliyor insan..

Bu durum ise, çoğu kez, o kişilerin mutlaka ve bütünüyle kusursuz, ideal insan tipi şeklinde algılanması mânâsına alınıyor bazılarınca..

Birilerine karşı çıktınız mı, ‘yemi azalmıştır’; birilerine tarafdar oldunuz veya destek verdiniz mi, ‘yemi arttırılmıştır..’ anlayışı zehirlemektedir insan ilişkilerine bakışımızı.. Bu gibi düşünenler, kendi karşıtlık veya desteklerine de kendi mantıklarınca bir damga vurduklarını bilmiyorlar, anlamıyorlar, düşünemiyorlar.

Bu satırların sahibinin bugüne kadar herhangi bir partiyle hiçbir organik irtibatı olmamıştır ve yoktur. Bu, bazılarına, yakınlık duymadığım mânâsına gelmez, elbette.. Hepsi o kadar..

Bu söz, AK Parti için de geçerlidir. Ayrıca, o siyasî hareket içinde de, kendilerine hiç yakınlık beslemediğim bir çok uzak tip vardır.

O halde, -en azından son yüzyıldaki sadrâzam / başbakanlara bakıldığında, onların taşıdığı fikrî ve kalbî değerler itibariyle benzerine nâdiren rastlanması hasebiyle- Tayyîb Erdoğan’a duyduğum yakınlık, onun başında bulunduğu siyasî harekete ve ülkede mevcud siyasî yapıya güvendiğim, sempati duyduğum mânâsında değildir.

Çünkü, mevcud T.C. sistemi, özü ve temeli itibariyle, kemalist-laik zorbalığa dayanan bir sistem olup, halkımızı 100 yıla yaklaşan bu zaman dilimi boyunca en akıl almaz diktatörlük uygulamaları altında ezmiştir. Böyle bir sisteme nasıl sempati beslenebilir? Kezâ, ‘Baştan bozuk olan, zamanla düzelmez..’

Tayyîb Erdoğan bu zaman dilimi içinde açılmış geniş ve etkili bir parantez durumundadır.

Çünkü, bu sistem temelinden materyalist, jakoben (tepeden inmeci) laik- kemalist, şahısperest, bir yöntemle yola çıkmış, faşist diktatörlüğe dayalı bir sistemdir ve insanın özgürlüğüne taa baştan anayasasıyla kelepçeler vurmuştur.

Tayyîb Erdoğan da bu sistemin bu özelliklerini ve böyle bir sosyal bünye karşısında kendisinin ve halkının inandığı doğrulara göre bir mücadele vermek için, dünyadaki siyasî mücadeleler tarihi örnekleri açısından, belli başlı iki metodun olduğunu da bilmektedir, herhalde..

Bu iki metoddan birisi, hâkim / egemen olan bir sisteme karşı, onun koyduğu kanunlar ve kurallar içinde kalarak, yani, uzlaşmayı esas alarak mücadele vermeyi esas alır.. Yani, bir sistemi, temelden yıkmadan yeniden yapmaya çalışmak, ıslahatçılık..

Diğeri ise, bir sosyal bünyeyi ve düzeni yeniden yapmak için, temelden yıkmak; yani, inkılabçı veya devrimci metoddur ki, Erdoğan böyle bir metoda tercih etmemiştir.. Ve, benimsediği mücadele metoduyla, egemen sistemin, lokomotifin şefliğini eline geçirmiştir, ama, lokomotifin üzerinde hareket edeceği rayları başkaları döşemiş olup, istikameti ve nasıl bir yol izleyeceğine dair yol haritası / anayasası da eline verilmiştir ve o bu şartlar altında çalışmak zorunda olduğunu bilmektedir. O, epeyce de bir yol almıştır, ama, henüz de yolun başındadır ve bir geçici, ara dönem çözümünü temsil etmektedir ve olağanüstü durumlar ortaya çıkmadıkça, sistemi temelden değiştirebileceği sanılmamalıdır.

Ama, nazarî/ teorik planda devrimcilik, darbecilik, ihtilalcilik  yolunu benimseyenlerden niceleri de, şartların, zamanın ve muhatab olan toplumun kültürünün müsaade etmemesi yüzünden, o duygularını kendi içlerinde bile gerçekleştirememişlerdir, çoğunlukla.. İdeallerini, en azından bir sistemi temelden yıkmak konusunda gerçekleştirenlerin de, yıktıkları sistemden daha az olmayan bir dayatmacı yapıyı oluşturmaktan ve toplumu benimsemedikleri bir yönetim mekanizmasının dişlileri arasında zorla şekillendirmeye çalışmaktan kaçınamadıkları da görülmüştür.

Bu bakımdan, geniş halk kitlelerine, 15 yıla yakın zamandır on milyonlara, hiç bir liderin yapamadığı şekilde itimad telkin eden bir Tayyib Erdoğan’ın hayırlı bulduğum işlerinde onu desteklediğimi açıkça ifade etmişimdir. Bazıları, bunu bir fikrî sapma, saplantı olarak görmektedirler. İstiyorlar ki, kendi istedikleri gibi görüşler açıklansın, istemedikleri gibi görüşler de açıklanmasın.. Bu da, bir başka türlü baskıcılık ve başkasını kendi dayatmasına göre hareket etmeye zorlama çabası değil midir?

Halbuki, kendi anlayışıma göre, temel yanlışlar yaptığında eleştirilerimi de yapmakta, aynı netlikte karşı çıkmaktayım.

Bunlar beni bağlar ve benim şahsî görüşlerimdir. Birilerini rahatsız etmemek veya birilerini memnun etmek adına yazı kaleme alanlar var mıdır; o ayrı bir konudur; ama bilinmeli ki, o usûl, bu satırların sahibine uzaktır.

*

Yanlışlara mukabil yanlışlarla mı karşılık vermeli?

Bu konuya bu kadarca değindikten sonra, bazı okuyucuların zihinlerini meşgul ettiği görülen bir -iki konuya daha değinilmesi gerekiyor.

Bazı okuyucular da, ‘Suriye’deki Baas rejimi ve Esed Hanedanı diktatörlüğüne karşı çıkarken, niçin Suûdî rejimine, o korkunç zulüm düzenine de karşı çıkmıyorsunuz?’ diye yazıyorlar.

Sıkıntılı konulardan birisi de, bu gibi durumlara karşı takınılması gereken tavrın belirlenmesi..

Gerçekten de, Baas rejimleri Irak ve Suriye’de o korkunç diktatörlüklerini kurdukları için, onlara karşı çıkıyoruz da, aynı baskıcı zâlim yönetim mekanizmalarını aynı darbeci usûllerle 100 yıl öncelerde kurmuş olan Suûd rejimine ve benzerlerine niçin karşı çıkmıyoruz?

Ve çıkmıyor muyuz?

Ya da, o gibi zorbalık üzerine , sulta üzerine kurulu saltanat rejimlerine destek mi veriyoruz? Yoksa, öyle değilsbe de, algılama mı böyle? Ve bu gibi durumlarda, ne yapmalıyız?

Nicelerimizin açmazlarından birisi de bu..

Meselâ, hemen her yerde, beşerî sistem zaaflarıyla malûl / sakat bir takım metodlar benimsendiğinde; birileri ‘krallıklara, sultanlıklara tarafdar olduğumuzu, onları meşrû’ gördüğümüzü’ sanıyor..

Halbuki, kesinlikle hayır, onlara da karşıyız..

Ama, oralarda, halk kitleleri feryadlarını, itirazlarını, protestolarını dış dünyalarda da hissedilecek şekilde yükseltemediklerinden, onlar kendilerini gündeme getirmeden, onlar hakkında konuşmak, kişiyi, zoraki gündem oluşturmak istiyor gibi bir tuhaf duruma düşürür.

Bu vesileyle belirteyim ki, Gazze Kuşatması’nın sionist İsrail rejimi tarafından en ağır şekilde sürdürüldüğü sırada, bu konuyla ilgili organizasyonlara öncülük yapan bir arkadaşa, ‘Gazze’ye niye sadece sionist İsrail rejimi tarafından girmeye çalışıyorsunuz da, (Hüsnü Mubarek rejimi yönetimindeki) Mısır tarafından, Refah kapısından girmeye çalışmıyorsunuz?’ diye sormuştum da, şu ilginç cevabı almıştım: ‘Mısır güvenlik güçleri, İsrail rejiminin güvenlik güçlerinden daha insaflı değil ve onlar tarafından öldürüldüğümüzde müslüman toplumlararası iç ihtilaflarımız derinleşecek..

İsrail rejimi tarafından yapılan müdahaleler ise, en azından o rejime dünya kamuoyunda psikolojik baskı yapılmasına imkan verecektir.’ 

Bu izah tarzı, tamamen yanlış değildi..

Nitekim, müslüman coğrafyalarında, yerli halkın içinden çıkan yöneticilerin eliyle öldürülmeler karşısında, dünya kamuoyunda da, müslümanlar arasında da fazla bir tepki oluşmuyor.

Bunun en canlı örneği,  Suriye..

Suriye Baas rejimi diktatörlüğüne karşı başlayan halk itirazlarında son 3,5 - 4 yıl içinde yaklaşık 200 bin insan öldürüldü, ama, bu durum, hele de bazı müslüman toplumların hiç umurunda değil, bırakınız diğer dünyaları..

*

İslam İnqılabı Hareketi’nin İran’da Şahlık düzenini yıkıp, miladî- 1979 başından beri İslam Cumhuriyeti adına sergilenen uygulamadan, yeri geldiğinde söz edilince de niceleri, ‘Suriye’de bu kadar kan dökülmesini tezgâhlayıp ateşleyen ve mezhebçilik yapan bir İran’dan söz edilmesinden huzursuz olduklarını’ gizlemiyorlar.

Bu itirazlar da tamamen yersiz sayılmayabilir.

Ama, bu cinayetler olurken, sahi, Suûdî rejimine de karşı çıkabiliyor muyuz, aynı hassasiyetle?

Ama, bakınız, o Suûdî rejimini, Mısır’daki darbeci generali ve darbecileri vargücüyle destekliyor, orada da kan akıtılmasına, insanların binler halinde öldürülmesine zemin hazırlıyor..

Oralı oluyor muyuz?

Bu anlaşılmaz tarafdarlıkların ya da vurdumduymazlıkların karşısında insan, kaçınılmaz olarak elem duyuyor.

İmam Rûhullah Khomeynî’nin çizgisi ve bugünkü İran..

3-4 Haziran günleri, İmam Khomeynî’nin vefat yıldönümü günleri..  Ve bu yıl, 25. yıldönümü.. Evet, aradan tam çeyrek yüzyıl geçmiş..

79 yaşına kadar şiî- İslam medreselerinde okumuş, okutmuş ve genelde diğer müslüman kitlelerle fazla bir ilişkisi olmamış ve İslam İnkılabı Hareketi’nin Rehberi olarak, dünya siyaset sahnesine bütün dünyayı hayrette bırakacak gelişmelerin beşer planındaki lideri olarak çıkan bir insanın, o yaştan sonra, şiî müslümanlar dışındaki müslüman kitlelerle kurduğu irtibatın iyi anlaşılması gerekir.

Elbette 13 asırlık bir itiqadî, fikrî, ictimaî, siyasî, hissî ve kültürel  ayrılığın birkaç onyıl içinde tamamen bertaraf edilemiyeceği açıktı ve bu bilinmeliydi. Ama; yine de, o 13 asırlık parantezlerde,  o inkılabla birlikte büyük bir daralma meydana gelmişti.

Bu gün ise..

Yazık ki, o parantezlerin tekrar genişletilmesi sanki özellikle planlanıyor gibi siyasetler izlendiği görülüyor.  

Bugün, İran’ın Suriye’de korkunç cinayetler işleyen 50 yıllık bir Baas Partisi ve Esed Hanedanı diktatörlüğünün en büyük destekçisi durumuna düşmesine kızarak, İran’dan öğrenilecek ve alınacak hiç bir olumlu şeyin olmadığını sanıp, hiç bir şekilde olumlu bahsedilmemesi gerektiğini belirtenler karşısında birbirimizi adâletli olmaya çağırmamız gerekmez mi?

Buna rağmen, şiî müslümanlar sanki tarih sahnesine İslam İnkılabı’nın zaferiyle birlikte çıkmış gibi, niceleri, onun mezhebî farklılığından dolayı derin bir duygu kırılması içinde olduklarını sergiliyorlar. Üstelik, -beyan tarzlarına ve yazılarına bakılırsa-, bu gibilerin İslam kültürüne sahib kimseler oldukları da hissedilebiliyor.

Ki bu gibiler, o büyük İslam İnqılabı Hareketi ve o hareketin büyük lideri İmam Khomeynî’den bahsedilmesinden bile rahatsız oluyorlar.

Bunun mantığı anlaşılmaz değil.. Dünya müslümanları, İran’da müslüman halkın şanlı qıyâmıyla ve onbinlerce- yüzbinlerce canı kurban vererek, Şahlık rejimini al-aşağı ettiği o büyük İslam İnkılabı’nı desteklerken, bugün Suriye’de sergilenen o tuhaf anlayış noktasına gelinebileceğine ihtimal vermiyorlardı, herhalde..

Tersine, İslam İnkılabı Hareketi’nin Şahlık rejimini al-aşağı edip tarihin çöplüğüne fırlatmasından sonra kurulan İslam Cumhuriyeti’nin, çağdaş dünyada müslümanlar için, bir İslam Devleti uygulaması açısından bir laboratuar hükmünde olacağı ümid ediliyor, bekleniyordu.

Bu ümid ve beklentiler, o laboratuardan nasıl bir sonuçla karşılaşmıştır?

Bunların değerlendirmesini yapmalı değil miyiz?

Her ne kadar, böyle değerlendirmelerde sonuç, herkesin durduğu- baktığı nokta açısından farklılıklar gösterse de..

Ama, bugün de, o hareketten -mezhebî özelliklerinden ayrı olarak-, İslam adına alınacak nice dersler yok mudur?

‘Eğer güçlü İran istiyorsanız, Şah’ı geri getiriniz, onun zamanında güçlü idi İran.. Bana ne güçlü İran’dan? Güçlü bir İran, İslam’ın  hizmetinde olacaksa olmalıdır..’ diyen bir İmam Khomeynî’den, bugün İran’ın özellikle Suriye konusunda izlediği siyasete bakarak, adetâ bir tuhaf ve başka bir profil oluşturmak, revâ mıdır?

Özellikle Suriye Buhranı’nda oynadığı ve bu satırların sahibinin de taa başından beri yanlışlığına devamlı vurgu yaptığı roller yüzünden, İslam İnkılabı’ndan da ya da müslüman coğrafyalarının ve İslam kültürünün önemli bir coğrafyası olan İran’dan, âdetâ bir düşman üretmenin İslamî anlayışla ne kadar bağdaştığının muhasebesini kendi içimizde yapmalıyız. Bu satırların sahibinin samimî kanaati, odur ki, o bu siyaseti takib etmezdi, sanıyorum.

Suriye Buhranı’ndan selden kütük kapmak anlayışıyla,  jeo-politik ve stratejik üstünlük elde etmek için ve güyâ Şam’daki Hz. Zeyneb Türbesi’ni korumak niyeti adına savaşa katılmış gibi gösterilen eski savaşçıların bu cinayette yer ve rol almasını sağlayan siyaseti korkunç bir yanlış olarak bulduğum bugünkü uygulama elbette suçlanabilir. Ama, bu siyasetin, çağımızın bir büyük inkılabına görkemli bir liderlik yapmış olan (merhûm) İmam Rûhullah Khomeynî’ce de takib edilebilecek bir siyaset olduğunun söylenmesini ve bu zannlarla o inkılabın  görmezlikten gelinmesini ve İslam milletinin-kültürünün ve tarihinin önemli bir parçası olan İran’ın, -bugünkü arızî duruma bakarak-, yok sayılmasını düşünmenin bile büyük bir yanlışlık olduğunu belirtmek istiyorum.

Hele, Türkiye’de büyük çapta ateistliklerini bile gizlemeyen odakların elinde oyuncak haline getirilmek istenen bazı ‘alevî’ kesimlerine bakarak, İran’da ki şiî-alevî müslümanlarla aralarında bir benzerlik olduğunu sananların yanlış ve çarpık iddialarına karşı uyanık olmak daha bir zarurîdir.

Ümid ve temenni olunur ki, bugünkü yöneticiler, İran’ı ve İslam İnkılabı Hareketi’ni dünya müslümanları nezdinde adem’e, yok saymaya mahkûm eden bu yanlış siyasetten, bu bataklıktan kendilerini çekip çıkarırlar ve ümmetin kucağına dönerler. Aksi halde, bu siyasetin kendilerine getireceğini düşündükleri ve Akdeniz’e kadar uzandıkları ve böylece tarihte emsali görülmemiş derecede bir güce eriştikleri şeklindeki coğrafyacı ve militarist stratejik planlar yüzünden çok daha büyük kayıblara uğrayabilecekleri ve ümmet içinde daha bir yalnızlığa itileceklerini görmeleri gerekir.  

Karşımıza çıkan bu büyük buhranın -inşaallah, müslümanların tamamının lehine olacak şekilde tamamlanması ve- atlatılması ve bu büyük ateşin söndürülmesinden sonra İran’ın, yeniden ümmetin içindeki yerini alacağı umulur. kucağına  adına  o derecede yanlıştır.

Bugünkü gelişmelerin etkisiyle, birilerine kırgınlığımız veya husûmetimiz, bizi adâletsizliğe sevketmemelidir.

*

haksöz

Bu yazı toplam 1112 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar