Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Adâlet Ölçüsü, Halkın İnanç Değerlerinden Kaynaklanmadıkça..

Yüzlerce yıl öncesinde yaşamış olan ve kimliği hakkında herkesin kendi bakış açısına göre bir değerlendirme yaptığı ve amma hem varlık âlemini temaşâ etmekten meydana gelen bir mestlik ve hem de bilinen necis şarabı içmekten kaynaklanan bir mestliği birlikte yaşadığı kabul edilebilecek olan Ömer Khayyâm"a aid olduğu öne sürülen küfrâmiz bir rubaîyi sosyal paylaşım sitelerinde paylaştığı için, "Halkın bir kesiminin benimsediği dinî değerleri alenen aşağılamak" iddiasıyla ve 10 ay hapis cezasına çarptırılan ve cezanın ertelenmesi dolayısiyle hükmünün açıklanması geri bırakılan bir müzisyenin bu karara karşı bir üst mahkemeye yaptığı itiraz, İst.- 29. Asliye Ceza Mahkemesi"nce kabul edilip, yargılamanın tekrar yapılmasına karar verilmiş, 26 Nisan günü..

Dışarıdan bakıldığında, bu karar için, hukukî bir süreçte yığınla kararlardan birisi denilebilir ve üzerinde durulmaya gerek olmadığı düşünülebilir.

Ama, bu tabloda durum çok daha farklı.. Çünkü, mahkemenin yargıcı Yaşar Yetiş, üç sahifelik gerekçeli kararında, "İslam dinine mensup bir kişinin, İslam dinine yönelik bir söz nedeniyle suçtan zarar gördüğünü ve davaya katılma hakkının bulunduğunun kabulü halinde, açıkça yargılama yapacak hakimin İslam dinine mensup olması halinde davanın tarafı olacağı ve dolayısıyla yargılamaya bakamayacağı gibi bir sonuç doğacaktır.." demekte..

*

Bu kararda, özetle, "İslam dinine mensub bir kişinin, kendi dinine yönelik bir sözden dolayı zarar gördüğünü iddia etmesi halinde, o dâvaya bakan yargıç da, İslam dinine mensub ise, tarafsız olamıyacağından, o dâvâya bakamıyacağı" dile getiriliyor. İlk planda zâhiren doğru gibi bir mantıkî muhakeme görülüyor. Ama, gerçek de öyle mi?

Konunun bizi asıl ilgilendirmesi gereken tarafı bu tarafıdır, hukukî prosedürler değil..

Bir müslümanın yargılanması sırasında, mahkemenin yargıcı da müslüman ise, inanç ortaklığında bulunduğu kişinin tarafını tutabileceği ihtimaliyle, sağlıklı bir yargıda bulunamıyacağının dile getirilmesi yolu açılmaz mı bu durumda?

O zaman da, müslümanların dâvâlı veya dâvâcı olduğu yargılamalarda, yargıçların müslüman olmaması şartını mı getirmeli?

Böyle düşünüldüğünde, müslüman bir kişi yargılanırken, kendi inancından olmayan bir yargıcın kendisi hakkında, kalben kendisine zıd, fikren karşı değerlerle düşünüp karar vereceğini gözönünde bulundurarak, onun yargılama yetkisinin olmaması gerektiğini mi düşünmelidir?

Meselâ, T.C."de bütün yargıçlar, At. ilke ve devrimlerini hukukun kaynağı kabul eden bir anayasaya göre yargılama yaptıklarından, bu ilke ve devrimlere, resmî ideolojiye aykırı şekilde bakan dâvâlı veya dâvâcılar hakkında, nasıl yargılamada bulunacaklardır, aynı mantığa göre? Hele de, 28 Şubat 1997 zorbalık döneminde, Genelkurmay"da verilen brifinglere koşup, postal öperek nasıl yargılama yapmaları gerektiğini öğrenen "yüce yargı" (!?) mensublarının elindeki bir yargı mekanizmasında..

Dahası, eski m.vekili H. Mezarcı"nın, M. Kemal hakkında, 15-20 sene önce yaptığı değerlendirmeleri hakaret sayıp cezalandırmakla yetinmeyip, "Atatürk"e hakareti, kendi babasına hakaret edildiği" (!?) şeklinde değerlendirerek, her türk"ün de, sanık hakkında tazminat davası açabileceğine karar veren bir mahkemenin kararının, Temyiz / Yargıtay tarafından da teyiden hükme bağlandığı bir yargı acaibliğinin olduğu bir ülkede..

Bu hüküm henüz de dururken, yukardaki kararı veren mahkemenin yargıcı, nasıl bir hükme varabilir dersiniz?

*

Yanlıştan doğruya yöneleni engellememek gerekmez mi?

22 Nisan akşamı, bir tv. proğramında konuşan BDP m.vekili Altan Tan"ın sözlerinin tamamını dinlemek -okumak imkanı bulamadım. Daha sonra da‚ "Ülke tv."de bir proğrama katılmış ki, onu da izlemek imkanı bulamadım. Ama, söylediklerinin genel çizgisini medyaya yansıyabildiği kadarıyla takib ettim.

Tan"ın söylediklerini bazıları yeni bir şey gibi algılamışlar, ama öyle değil.. Çünkü, o görüşler, Altan Tan"ın gerçek dünyasını yansıtıyordu, yani o zâten o çizgideydi. BDP"ye geçmekle üzeri buğulanmış gibiydi. Ama, şimdi Tan, bu buğulanmayı biraz silmek gereğini duymuş olmalı ki, "Öcalan PKK'nın lideridir. Ben PKK'lı değilim. BDP'nin milletvekiliyim." diyor.

Bu arada, BDP tarafından geçen yıl başlatılan ve bazı yerlerde sürdürülmeye çalışılan ayrı cum"a namazları uygulaması konusunda da‚ "Camilerin hepsi bizimdir. Camilerin içinde mücadele edeceğiz. Sivil cuma namazlarının sona ermesi lâzım.. Ben şeriatçiyim. Şeriat, İslam hukukudur. İslam'ın ceza, ticaret ve medeni hukukunu kabul etmiyorum dediğiniz zaman Müslüman değilsinizdir. Ben Müslümanım ve İslam şeriatine inanıyorum. Laik değilim, laikliğe karşıyım. İslam'da iki dünya yok, tek bir dünya var." demekte Altan Tan..

Altan Tan, Öcalan'ın Newruz açıklamasında, "Türk-İslam sentezi"ne nazire olacak ve "Kürd-İslam sentezi"ni hatırlatacak şekilde dile getirdiği, "bin yıllık İslam kardeşliği sentezi"nin ne manaya geldiği sorulduğunda da, şöyle demiş: "Kürd-İslam sentezine ben katılmıyorum." Tan, "Kürt-İslam sentezi, türk milliyetçilerinin, İslam"ı kullanmak üzere, İslam"ı kendi imparatorluk ve hegemonyalarına boya yapmak üzere kullandıkları bir terime karşılık olarak üretilmiştir." diyor ki, doğru bir tesbittir, bu..

"Türk-İslam sentezi, bir zehirdir" diyen Altan Tan, "İslamcı hareketin içinde milliyetçiler doludur. Türk İslamcıları, türk hegemonyasını, İslam boyası ile örtenlerdir. Dolayısıyla, Kürt İslamcılığı da, Türk İslamcılığı da yanlıştır." diye sürdürmüş sözlerini..

Kezâ, "Solcu değilim, Müslümanım" diyen "Kemalistler bütün diğer milletleri yok saydılar. Hakkını istemek milliyetçilik olarak görülüyorsa, bütün kürdler milliyetçidir" şeklindeki sözleri de üzerinde de durulmalıdır, Tan"ın..

Tan ayrıca, "Türkiye Cumhuriyeti'ndeki kemalist yapının artık tarihe kaldırılması gerektiğine inanıyorum. Bundan sonra yerine ne geleceğine de halk karar versin istiyorum. Benim kendi görüşüm, ben şeriatçiyim.. Her Müslüman şeriatçıdır. Ben Müslümanım ve İslam Şeriatine inanıyorum" diye de sürdürmüş sözlerini..

Çözüm sürecine ilişkin değerlendirmelerini de dile getiren Tan, "Barış süreci neticesinde bize sunulacak teklif kemalist politikanın bir başka rengi olursa o zaman hiçbir yere varılamaz" dedikten sonra, 'Ulus-Devlet' konusunda da şunları söylüyor: "Kürdler Ulus-Devlet istemiyor. Korktuğumdan dolayı mı? Hayır, 40 bin gencini feda eden bir halk, topluluk, korktuğu için mi Ulus Devlet istemiyor. Birincisi, bugün dünya bu modeli geçti. Ortadoğu'ya yeni bir sistem lâzım. Türkler'in, Kürdler'in, Süryaniler'in, Ermeniler'in... birlikte yaşayabilecekleri, entegrasyonun olacağı, gümrüklerin, sınırların kalkacağı, belki bir eyaletler birliği gibi bir Ortadoğu lâzım. Türkiye'de demokratik bir devlet olursa, inanın sadece kürdler değil, Haleb'deki, Şam'daki araplar da bu federasyona bağlanmak isteyecektir. Esed gidecektir oradan.."

Altan Tan, "türk ulus-devleti" gibi, "kürd ulus-devleti"ne de karşı olduğunu ve kürdlerin de ulus-devlet istemediklerini de belirtiyor ve bu arada İran ajanı diye suçlandığının sorulması üzerine, bu iddiaları gülerek vve ciddiye alınmayacak sözler olarak karşılayıp, şu görüşleri dile getiriyor: ""Ben İran"ı da bir ulus-devlet olarak görüyorum. Mezhebî bir ulus-devlet.. İİC. şiîdir tabiî ve şiîliğine bir itiraz yok, ama, tek ve bütün ümmeti kucaklayabilecek, İslamî alternatifler ortaya koyabilecek, mezhebî, etnik, dinî problemlere cevab verebilecek bir devlet olsaydı.. Ama, böyle olamadı. Bir mezheb devleti haline geldi, şu anda, bir ulus-devlet gibi çalışıyor, çıkarları, menfaatleri açısından.."

*

Evet, Altan Tan, BDP saflarında aktif politikaya katılmasından ve iki yıllık bir buğulanış döneminden sonra, kendi görüntüsü üzerindeki o buğulanmayı kendi eliyle siliyor, temizliyor âdetâ.. Elbette bazıları, onun bu tavrını yeterli bulmuyor, geçmişte, ona yakışmayan çok sert sözleri söylediğini hatırlayarak.. Ki, bu satırların sahibi de, 5 ay kadar önce Altan Tan"la karşılaştığında, kardeşlik hukukundan gelen bir hakkı hatırlatarak, ona, bir çok beyanlarının çok sert olduğunu ve İslamî kimliğiyle bağdaşmadığını belirtmiş; o da, bu konularda kendisinin de aynı çabalar içinde olduğunu ve bu konularda sabahlara kadar konuşmak gerektiğini, ama, o anda vakit olmadığını söylemişti.. Arkasından, bu açıklamaların gelmesi, memnuniyet vericidir.

Böyleyken, Tan"ın beyanlarının altına yazılan yorumlara bakıldığında, birilerinin onu, yakın geçmişteki yanlış tercihlerinden dolayı hâlâ bağışlamadığı ve müslüman kürd halkını marksist, ateist ve kürdçü bir partiye kaydırmasından dolayı suçladığı ve bu sözleriyle kendisini affettiremiyeceğini söylediği görülüyordu. Bazıları da onun müslüman kürd halkını bu şekilde tekrar kandırmaya kalkıştığını iddia ediyordu.

Ancak, kişi için mizan, ölçü, son andaki durumudur. Kişinin, önceki iyi halleri var diye, şimdiki kötü halleri de mâzur görülemiyeceği gibi, geçmişteki yanlışlarından dönüp doğru değerlere yönelenleri de yanlışlarına tekrar itmek hakkımızın olmadığı hatırdan çıkarılmamalıdır.

Elbette ki, bazıları da, "Bizi şimdi de böyle kandırmak istiyorlar.." diyor. Bu endişeleri hafife almamakla birlikte, unutmamak gerekir ki, bu gibi endişeler var diye bir kimsenin doğru yoldaki yolculuğunda, yolu üzerine dikenler dökülür mü? Evet, aldanmıyalım, efendim, temkin ve teenniyi elden bırakmıyalım. Ama, kendi korkularımızdan dolayı başkalarının her hayırlı olabilecek adımlarını geri çevirmeye kalkışmayalım.

Başkaları değişirse, biz de değişiriz, o kadar; robot değiliz ya..

Altan Tan, müslüman kürd halkı içinde önemli bir figür olduğu için, onu geçmişteki yanlışlarına bakarak, elimizin tersiyle itmeyip, aslî saflarına doğru koşana, kucağımızı açmamız gerekiyor. Geçmişte hangimizin yanlışı yoktur ki, hem..

*

" Meclis"i teşkil eden zevat, anâsır-ı İslamiyeden müteşekkil bir hey"et-i içtimaiyedir.."

Milliyet yazarı (C. D.) 23 Nisan tarihli yazısında, Meclis'te 1920"lerde yaşanan etnisite tartışmasına değiniyordu.

Özetlemek gerekirse, bir gün Meclis"de sağlık tartışılmaktadır.

Kastamonu Mebusu Yusuf Kemal Bey, "Arkadaşlar, türkleri korumak için önce sağlıklarını korumalıyız" deyince, Sivas Mebusu Emîr Paşa itiraz eder: Emir Paşa, sağlığı korumanın sadece türklere hasredilemiyeceğini belirterek, "Biz burada türklük namına toplanmadık.. Bu vatanda Çerkes, Çeçen, Kürt, Laz ve daha birtakım İslam kabileleri vardır. Bunları dışarıda bırakacak, ayrımcılığa neden olacak söz söylemeyelim." der.

Bu durumda, bir ayrımcılık fitnesinin doğmakta olduğunu sezen M. Kemal Paşa söz alır ve, "Efendiler! Burada kastedilen ve Yüksek Meclisinizi teşkil eden zevat, yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir, fakat hepsinden mürekkep İslam unsurlarıdır. Binaenaleyh çıkarlarımız ortaktır. Bunun böyle bellenmesini ve yanlış anlaşılmalara meydan verilmemesini rica ederim." der.

Bu ifadeler, M. Kemal veya tarihte kalmış diğer kişilerden aktarılan sözler, daha sonra, sadeleştirilmiş cümlelerdir ki, aslî şeklininin aynen yazılması gerekirdi. Çünkü, sâdeleştirme yaptıklarını düşünenlerin hangi kelimelerin yerine hangi kelimeleri seçip koyduklarını belirlemek de bazan bir zarûret olabilir.

Meselâ, çıkarlarımız ortaktır diye aktarılmış, bir söz..

O Meclis"i teşkil eden ve bir müslüman halkın varlık-yokluk savaşı vermeye kararlı bir hey"et-i içtimaiyeyi, basit maddî çıkarlar etrafında toplanmış bir topluluk olarak yansıtmak ne kadar doğrudur?

Hele, 1934"den öncek, yani soyadı kanunu çıkmadan önceki isimleri, o dönemlerinden dolayı, sonraki soyadlarıyla anmak ne kadar doğrudur? M. Kemal de, 1920"lerde Atatürk filan değildir. O, o zamanlar, sadece M. Kemal Paşa"dır, bir de Meclis"ce kendisine verilen bir Gazi unvanı vardır, o kadar..

Tarihî metinleri aktarırken, bu hususa dikkat edilmesi son derece gereklidir.

Evet, 90-100 yıl önce, bir kurtuluş mücadelesi verilmek için yola çıkıldığında, müslüman halkımıza, Millet-i İslam, ahali-i İslam gibi terimlerle yaklaşılırken ve çeşitli kavimlerdren anâsır-ı İslamiyeden, (müslüman unsurlardan) müteşekkil bir hey"et-i İçtimaiyye olarak nitelenirken, aynı Meclis, birkaç yıl sonra, sadece türk kavmiyetinin üstünlüğü iddiasını bayrak edinen ve "bu ülkede türk olmayanların tek bir haklarının bulunduğu, bunun da türklere hizmet etmek olduğu" gibi bir sapkınlığı yeni resmî ideoloji imanı halinde dikte eden bir lider kültünün sapkınlığına teslim olmuştur ve bugün de hâlâ o ihanetin sancıları içinde, müslüman halkımız.. O sapkınlıktan kurtulmanın zorluğu da ortada.. Çünkü, 100 yıllık bir kavmiyetçilik sapkınlığı, T.C. rejiminin kanını ve ruhunu âdetâ zehirlemiştir. Bunu, şu son günlerdeki tartışmalarda da görmekteyiz ve müslüman bildiğimiz nice tipler bile, filan veya falan kavmin üstünlüğünün tartışma konusu olamıyacağını söyleyebilmektedirler.

Bu itiqadî sapkınlıktan kurtulmak dilek ve ümidiyle..

haksöz

Bu yazı toplam 1386 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar