Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Acele etme, belâya yetişirsin; geç kalma. belâ sana..

Perşembe akşamı saat 20’ye doğru dostlardan birisi telefon etti ve heyecanla, ‘Ağabey, bana eyvallah, ben gidiyorum..’ dedi..
‘Hayrola, nereye?’ dedim..
‘Duymadın mı, Suriye’ye girmişiz..’
Benim haberim yoktu henüz.. Ama heyecanlanmadım.. Çünkü, Erdoğan- Davudoğlu Hükûmetleri, bu konuda taa başından beri, başkalarının iteklemelerine göre değil, kendi kararlarına göre hareket etmeye çalıştılar, uluslararası dengelerin ve siyaset planlamalarının elverdiğince..
Hemen internet sitelerine girip haberlere baktık, bir dostun bürosunda.. Suriye sınırından 9-10 km. kadar girildiğine dair iddiaları yansıtıyordu. Ama, kesin ve resmî bir haber yoktu.. Tlf. eden arkadaşa, ‘Böyle zamanlarda verilen haberlerden hemen heceyana kapılma..’ dedim..
Nitekim, daha sonraki gelişmeler gösteriyordu ki, öyle bir hareket sözkonusu değildi..
Ama, açıktı ki, Kilis civarında, Suriye tarafından açılan bir ateşle, bir astsubay hayatını kaybetmiş, bir kaç asker de yaralanmıştı.. Ve o bölge , DIŞİD / DAİŞ savaşçılarının hâkimiyet alanı idi..
Bunun cevabının verileceği de DAİŞ tarafından beklenmeliydi.. ‘Vurana elsiz, sövene dilsiz gerek..’ kabilinden sufimeşreb ifadelerin devlet yönetimlerinde geçerli olamıyacağı açıktır.
*
Cuma sabahı bir diğer dostum, ‘Nihayet Türkiye de savaşa girdi..’ diyordu..
O sabah Suriye içindeki bazı IŞİD mevzilerinin bombardıman edildiğine dair resmî haberlere dayanarak.. Ve amma, bununla yetinmiyor ve ‘Ülkeyi bu duruma getiren suçlu kim?’ diyordu, özetle.. Daha önceleri, başarılı hizmetlerinden dolayı hep AK Parti’ye oy verdiğini söyleyen bu dostum, son seçimlerde, çeşitli gerekçelerle, AK Parti’den ve Erdoğan’dan ‘soğumuş’tu. Böyle olunca da, ‘Ülkeyi bu hale getirenin kim?’ diye sormasından, kimi kasdettiğini anlayabilirdim..
Hemen, ‘Neticelere bakarak değil, temel ilke ve prensiplere bakarak ve bir de onlarca elin ve devletin üzerinde olduğu karmaşık bir tabloda, hele de dışsiyasette, Türkiye içinden bir suçlu aramanının yanıltıcı olabileceğini’ söyledim.. Çünkü, hele de dışsiyasette inisiyatif, büyük çapta, oyunu asıl kuran ülkelerin elindedir. Hele de Türkiye gibi bölge ülkeleri, bu gibi durumlarda aslî oyuncu durumunda değildirler.. Ki, bu husus, bu sütunlarda daha önceden de defalarca belirtilmeye çalışılmıştır. Bu oyunun asıl oyun kurucuları, Amerikan emperyalizminin liderliğini çektiği bütün Batı ve NATO dünyası, sionist İsrail rejimi ve Rusya olup, bir de son zamanlara kadar uluslararası güç odaklarından bağımsız hareket ettiği intibaını vermeye çalışan İran’dan sözedilebilirdi. Ama, o, bu özelliğini, o zamanlarda bilhassa Ortadoğu bölgesinde özellikle Irak, Suriye ve Yemen’de Amerika ile girdiği işbirliği sebebiyle büyük çapta ve kendi eliyle gölgelemiştir.
Türkiye ise, bir NATO üyesi olmasına rağmen, yıllardır, Suriye Buhranı’nın ortaya çıkmasından hemen sonra, Amerika ve NATO dünyası tarafından Suriye’ye girmesi için o kadar ağır baskılar altında tutulmasına rağmen, bunlara itibar etmeyip, kendi projelerini sunmuş, bir güvenlik koridoru, bir tampon bölge oluşturulması ve Suriye hava sahası üzerinde bir ‘uçuşa yasak bölge’ ilan edilmesini istemişti.. Ama, Amerika, bu taleblere kulaklarını tıkamıştı.. Bunlara kulak tıkanınca, Türkiye de kendi kulaklarını da usûlünce tıkamıştı.. Amerika ise, kendisine göre bir Ortadoğu planlıyordu ve bu hususta, Türkiye’den çok; İran’la daha iyi bir işbirliğine girebileceğini görmüştü.. Halbuki, Ecevit, 15 sene öncelerde, ‘Amerika bizim stratejik müttefikimizdir, onun Irak ve bölgeyle ilgili bildirdiklerine inanmak zorundayız..’ diyordu. Ama, artık o Türkiye yoktu, karşısısında..
Elbette, özellikle Tunus, Mısır, Libya ve Yemen, Bayhreyn gibi arab diyarlarında ard-arda yükselen ve ‘Arab Baharı’ denilen, gerçekte ise, ‘halk patlamaları’ olan büyük sosyal çalkantılar Suriye’ye de sıçrayınca.. Türkiye, yükselen bu dalgaları Suriye Hükûmeti’yle, ‘halka karşı silah kullanmadan halletmesi’ için yardımcı olmak üzere ve Davudoğlu seviyesinde defalarca görüşmelerde bulundu. Ama, Suriye Baas rejimi, geçmişte (Baba) Hâfız Esed’in döneminde Hama, Humus, Haleb ve diğer yerlerde itirazcı halk kitlelerini en kanlı yöntemlerle bastırmak şeklindeki yöntemi (Oğul) Beşşar Esed de yine tercih edince.. Türkiye ile Suriye’nin diplomatik irtibatı da koptu..
Bunun üzerine, Suriye Baas rejimi ve Esed yönetimi, geçmişte, Türkiye’ye karşı PKK’yı kullanmak ve Öcalan’ı yıllarca Şam’da korumak gibi etkili yolların benzerlerini yeniden devreye sokabileceğini göstermek istedi ve 910 km. olan Türkiye- Suriye ortak sınırı boyunca, doğudan batıya kadar, bir şerit halinde uzanan ve Suriye rejimince on yıllar boyunca kimlik bile verilmeyen ve vatandaş bile sayılmayan ve yaklaşık 2 milyonluk bir nüfusa sahib olan kürd halkına kimlik verdi ve bununla yetinmeyip, kendi bölgelerini kendilerinin yönetmeleri gibi cazib bir imkan daha tanıyarak, Türkiye sınırındaki askerî güçlerini bölgeden çekti ve bu kürd bölgeleri de kısa zamanda PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan PYD güçlerinin kontrolüne girdi. Ve onlar da oralarda oluşturdukları ‘kanton’ tipi mahalli yönetimler oluşturdular. Böylece, Türkiye, içerde PKK ile Çözüm Süreci denilen bir müzakere dönemine girmişken, PKK ideolojik kurnazlığını gösterdi ve PYD güçleri Suriye sınırı boyunca etkili giderek daha bir etkili olmaya başladı..
Ama..
İşte o sırada, ortaya IŞİD ya da DAİŞ veya latin dillerindeki ismiyle, ISIS diye anılan ve kısaca kendisini ‘Irak- Şam İslam Devleti ‘ diye tanıtan bir güç odağı çıkıverdi.. Bu gücün, önce, Irak’da 9 yıl süren Mâlikî Hükûmeti zamanında İran’dan bazı odakların yanlış yönlendirmesiyle sünnî müslüman halka ağır baskılar uygulamasına bir tepki olarak çıktığı hissediliyor ve büyük iddialarına rağmen, faaliyet alanlarının Irak’la sınırlı kalacağı sanılıyordu.
Ama, bu örgüt, kısa zamanda orta batı Irak’da, güneyden kuzeye, ve Suriye’nin de güneyden kuzeye bütün doğu bölgelerini kısa zamanda fiilî hâkimiyeti altına alması ve nisbeten küçük bazı yerleşim birimlerini ve ve Felluce, Tikrit, Ramadi şehirleri ve hele de Irak’ın önemli ikinci büyük şehri olan 2 milyonluk Musul şehrini ve ve Suriye’nin doğusunda da Rakka gibi önemli bir askerî üssü ve şehri ele geçirmesinden sonra, bir örgüt değil, bir devlet aklıyla hareket ettiğini ortaya koydu ve İslam Devleti’ni kurmakta, Hilafet’i ihya etmekte olduğu gibi büyük ve cazib ideallerle dünyanın çeşitli yerlerinden de savaşçıları kendi saflarına çekmesini bildi.. Eline geçen malî imkanlar ve bölgedeki bazı petrol yatakları sâyesinde de, fırtınalar estirmeye başladı.. Dahası, kendilerine karşı çıkanların ve haattâ kendilerine karşı çıkmayan silahsız -özellikle gayrimuslim- kimselerin bile kellelerini keserek ve bunları internet sitelerinde yayarak, dünyaya dehşetler saçtı..
Bu örgüt, Musul’u ele geçirmesi sırasında Musul’daki Türkiye Konsolosluğu’nu da ele geçirmiş ve TC vatandaşı 49 diplomat ve ailelerini rehine almıştı..
Türkiye eli kolu bağlı vaziyetteydi. Bu, Türkiye’yi etkisizleştirmenin ilginç bir yöntemiydi. Nitekim, Türkiye, bu rehineleri, ancak 105 gün sonra ve özel istihbarat elemanları ve eliyle kurtarabilmişti.
Bu arada, Türkiye ile Suriye arasındaki gerilim de olabildiğince yükselmişti.. Suriye , Türkiey’den arab ülkelerine geçiş yolunu kapatmıştı.. Suriye’yle işbirliğini göstermek için Mâlikî Hükûmeti de, Türkiye’nin arab ülkelerine Irak üzerinden geçmesini önlemişti. Türkiye, TIR’larını arab dünyasına, RO-RO denilen gemilerle Mısır -İskenderiye’ye ve oradan diğer coğrafyalara ulaştırmayı denedi.. Mısır’da 30 yıllık Husni Mubarek rejiminin devrilmesi ve Muhammed Mursî’nin ve İkhwan yönetiminin işbaşına gelmesinden sonra yeni bir yol bulunmuştu. Ama, Mursî’nin, iktidarının 11. ayında Gen. Sisî’nin askerî darbesiyle devrilmesiyle, bu kez Mısır yolu da kapandı..
Suriye de kendi içindeki ayaklanmaların ve silahlı mücadelelerin Türkiye tarafından desteklendiği iddiasıyla, -ki, Türkiye bu açıdan Suriye rejiminin yerli muhaliflerini bünyesinde toplayan Özgür Suriye Ordusu gibi, uluslararası zeminde de büyük çapta destek gören oluşumlara diplomatik destek verdiğini gizlememektedir- Türkiye’yi daha bir köşeye sıkıştırmaya çalışıyordu..
Böyle bir sırada, Türkiye’nin bir savaş uçağının Suriye tarafından atılan füzelerle vurulduğu haberinden sonra, Türkiye’nin hemen Suriye’ye karşı misillemede bulunabileceği beklentisi vardı. Ama, Türkiye, bu konuyu kan tepeye fırlayarak hareket etmeden, kesin bir açıklığa kavuşturmayı tercih etti ve Akdeniz’e düşen uçağı yüzlerce metreden çıkardı. Ve o zaman görüldü ki, Suriye de vurduğunu rağmen, uçak füze ile vurulamamış, belki füze atıldığını gören pilotlarca; ânî bir hareketle uçağa yön değiştirilmiş, ama, kontrol yitirilip, uçak, Akdeniz’e saplanılmıştı..
O zamandan beri, Türkiye, hep bıçak sırtında, ya da diken üstünde idi, Suriye ve sonra da DAİŞ konusunda..
Görüleceği üzere.. Türkiye, bu hadiselerin içinde, taa başından beri, hem gelişmelere eyabancı kalmamış ve hem de başkalarının ve özellikle NATO dünyasının iteklemelerine gelmemiş ve inisiyatifini yitirmemek ve ateşin içine de girmemek dikkatini korumuştur.
Ama, Suriye’nin Rojava denilen kuzey sınırları boyunca PYD güçlerinin ve etkisini arttırması ve DAİŞ güçlerinin Türkiye sınırına dayanması ve PYD güçlerini geriletmesi ve Kobani’yi ele geçirmesinden sonra Türkiye yine teyakkuz halinde dururken; DAİŞ güçlerinin Suriye içinde Türkiye’den 45 km. uzakta olmasına rağmen, uluslararası hukuk açısından, Türkiye toprağı olan Cabir Kalesi ve civarındaki 8 dönümlük bir arazide bulunan Süleyman Şah sembolik türbesinin tahrib edileceği ihtimaline karşı, inisiyatifi tamamen yitirmemek için, bir gece sözkonusu sembolik sandukayı bulunduğu yerden Suriye’nin Türkiye sınırı içindeki 8 dönümlük bir başka araziye getirmesi sırası, Türkiye’nin Suriye’yi işgale yeltendiği şeklinde değerlendirilmişti, Suriye rejimi ve aslî müttefiki İran tarafından.. saydırdığı, işgale kalkıştığı gibi iddialar geliştirilmişti.. Halbuki, Türkiye askerî güçlerini Suriye ve bölgenin diğer buhranlı bölgelerine BM kararları olmadıkça bulundurmamaya bilhassa dikkat ediyordu.. İran ise, açıkça, Suriye ve Irak’da (son aylarda da Yemen’de) askerî uzmanlarını ve milis güçlerini ve de Lübnan- Hizbullah Örgütü’nün onbinlerce silahlı elemanını bulundurduğunu gizlemiyordu. Türkiye bu teenni ve temkin içinde hareket ederken,
Türkiye’ye yapılan suçlama ise, DAİŞ’i desteklediği şeklindeydi..
DAİŞ ise, herhalde, Türkiye’yi tahrik etmek için bir denemeye girmek istiyordu.. Yani, korkusundan mı öyle hareketsiz duruyordu, yoksa başka bir planından dolayı mı..
Bunun için, 22 Temmuz günü Türkiye silahlı güçlerine açılan bir ateş açmaya cür’et etmiş ve bir astsubay hayatını kaybetmiş ve iki asker de yaralanmıştı..
İşte o noktada, DAİŞ’in yanlış hesab yaptığı söylenebilir.
Bu saldırının hemen ardından, 23 Temmuz günü, Tayyîb Erdoğan ile Amerikan Başkanı Obama arasında yapılan görüşmeden sonra, -Suriye’nin kendisine saldırdığı gibi iddialarının getirebileceği tehlikeleri ve- muhtemel her türlü getirileri- götürüleri de göze alarak, Türkiye, DAİŞ başta olmak üzere, kendisi için tehlike teşkil eden ve Suriye’deki hükûmet dışı her türlü de facto / fiilî durumla otorite kurmak durumuna gelmiş olan güç odaklarına bir ihtarda bulunmak mecburiyetinde kaldığını özellikle son Suruç Katliâmı’ndan sonra daha bir görmüş ve göstermek gerektiğini duymuş ve Suriye hava sahasına girmeden, Suriye’deki DAİŞ mevzilerini uzaktan bombardıman etmekte ilk adımı atmış bulunmaktadır.
Evet, denilebilir ki, Türkiye bu noktada geç bile kalmıştır.. Ama, yine denilebilir ki, Türkiye, ‘Acele etme, belâya yetişirsin; geç kalma, belâ sana yetişir..’ sözüne göre hareket etmektedir.
Türkiye’nin şimdiki yöneticilerinin bugüne kadarki serinkanlı, teennili tutumlarını sürdürecekleri umuduyla..
*

dirilişpostası

Bu yazı toplam 848 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar